Enes -radıyallâhu anh-’ın naklettiğine göre bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Yolculuğa çıkıyorum; bana duâ ediniz.” demişti. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona hitâben şöyle buyurdu:
“–Allah sana takvâ nasîb etsin.”
Adam, (Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in duâsına daha fazla nâil olabilmek iştiyâkıyla) tekrar:
“–Bana duâ ediniz.” deyince, bu defa Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“–Allah günahını bağışlasın.” buyurdu. O kimse bir defa daha yine (cân u gönülden):
“–Bana duâ ediniz.” deyince, Rahmet Peygamberi bu sefer:
“–(Allah Teâlâ,) bulunduğun her yerde, kolayca hayır yapmanı sağlasın.” mukâbelesinde bulundu. (Tirmizî, Daavât, 45)
Esâsen bu hadîs-i şerîf, şu fânî dünya hayatında nefes nefes tükenen ömrüyle bir ebediyet yolcusu olan bizlere, ne büyük bir irşaddır. Zira duâ talebinde bulunan bu şahsa Rasûlullah Efendimiz’in evvelâ; “Allah sana takvâ nasîb etsin.” buyurması, âhiret yolcusu olan bizlerin de bu sefer esnâsında en fazla takvâya ihtiyacımız olduğunun bir işaretidir. Nitekim Rabbimiz, bu gel-geç dünyada bizlere lazım olan en büyük sermâye ve en mühim azığın takvâ olduğu hakîkatini, âyet-i kerîmede şöyle bildirmektedir:
“…(Ey mü’minler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır…” (el-Bakara, 197)
En şümullü tarifiyle nefsânî arzuları bertaraf edip, rûhânî istîdatları inkişaf ettirmek demek olan takvâ, haşyetullah ve muhabbetullah ürperişi içinde, rakîk ve hassas bir kalp ile İslâm’ı yaşayabilmektir. Bilhassa gözü, kulağı ve gönlü yanlış vitrinlere kaymaktan koruyabilmektir.
Mâlumdur ki hayat yolculuğunun binbir türlü hâli vardır. Lâkin takvâ, insanı bu yolculukta günah uçurumlarına savrulmaktan koruyan mânevî bir bariyer, sıkıntılı zamanlarda gönle ferahlık veren bir tesellî menbaı, nîmet içerisindeyken dilden düşmeyen bir şükür, helâlin peşinde koşturan bir gayret ve haramlardan sakındıran bir rahmettir.
Nitekim Âsiye Vâlidemiz’i, ilâhlık iddiasında bulunan denâet/alçaklık sembolü Firavun’un sarayında koruyan, kalbindeki takvâsıdır. Yusuf -aleyhisselâm-’ı Züleyhâ’nın “heyte lek” yani “gelsene bana” diyerek günâha dâvetinden muhafaza eden, gönlündeki takvâ dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın ona bürhânını göstermesi olmuştur.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, duâ isteyen kimseye takvâdan sonra; “Allah günahını bağışlasın.” diyerek duâ etmesi, şayet takvâdan uzak kalır da Allâh’a kullukta bir kusur edersen, nefsine aldanır veya şeytanın adımlarına uyarsan, Allah sana tevbe ihsan buyursun niyâzıdır.
Zira insan beşerdir, yanılabilir. Bazen gaflete düşebilir. Mesela bir an için enâniyete kapılır, din kardeşini hakir görmekle gaflete düşer. Cenâb-ı Hakk’ın kendisine ikrâm ettiği nimetleri kendinden bilir, hamd ve şükrü unutarak gaflete düşer. Yoktan var edilip Hak ile dostluk liyâkatine lâyık görüldüğünü unutur, şeytanın adımlarını takip etmek sûretiyle gaflete düşer.
Âlemler Sultânı Efendimiz, böyle bir gaflete düşmemek için duâlarında dâimâ;
“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..”[1] niyâzında bulunmuştur.
Unutmamak îcâb eder ki asıl gaflet, hata ve isyanda ısrar etmektir. Yapılan suç ne kadar ağır olursa olsun, kul hatasını îtiraf edip Cenâb-ı Hakk’a karşı samimî bir şekilde tevbe etmeli ve bir daha o günaha düşmemek için gayret göstermelidir. Günahları sadece Allâh’ın bağışlayacağını bilerek hatasının affı için O’na yalvarıp yakarmalıdır. Hattâ bu hususta ismet, yani günahsızlık sıfatına sahip olduğu hâlde;
“Ey insanlar! Allâh’a tevbe edip O’ndan af dileyiniz. Zira ben O’na günde yüz defa tevbe ederim.” (Müslim, Zikir, 42) buyuran Allah Rasûlü’nü örnek almalı ve istiğfarı gönlünde ve dilinde bir vird hâline getirmelidir.
Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Yâ Rasûlâllah! Bana bir tavsiyede bulunun?” dedim.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“–Gücünün yettiği kadar Allâh’a karşı takvâ sahibi ol! Her taşın ve her ağacın yanında Allâh’ı zikret! İşlediğin kötü işten dolayı da gizlisine gizlice, açığına açıkça tevbe et!” (Heysemî, X, 74)
Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bildirdiği üzere tevbe kapısı da Güneş Batı’dan doğuncaya kadar açık kalacaktır.[2] Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın tevbe eden kulu dolayısıyla ne kadar çok sevindiğini, yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle haber vermektedir:
“Kulunun tevbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu sevinç, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Daavât, 4; Müslim, Tevbe, 1, 7, 8)
Unutmamalı ki;
“Henüz gencim, daha önümde çok uzun yıllar var, daha sonra tevbe edip hâlimi ıslah ederim, Allah da affeder…” deyip; ibadetleri, sâlih amelleri ve tevbeyi -gelip gelmeyeceği meçhul olan- yarınlara ertelemek, büyük bir gaflettir. Cenâb-ı Hak biz kullarını bu hatâya düşmekten şöyle îkaz buyurur:
“Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın!” (Bkz. Lokmân, 33)
Ömrünü, son nefese ve âhirete hazırlık gayretiyle yaşayan bir kimsenin nâil olacağı lûtuf husûsunda Vehb bin Münebbih -rahmetullâhi aleyh- şöyle bir hâdise nakleder:
Hükümdârın biri, bir yere gitmeye hazırlanırken üzerine giymek için sayısız elbiseler içinden en güzelini ve binmek için de birçok at içinden en rahvan ve gösterişli olanı seçti. Adamlarıyla birlikte muhteşem bir tavırla, böbürlenerek ve etrafına çalım satarak yola çıktı. Yolda, üstü-başı perişan biri, atının yularına yapıştı. Hükümdar:
“–Sen de kimsin, benim karşımda kim oluyorsun, çekil önümden!” diye hışımla bağırdı.
Adamcağız ise sâkince:
“–Sana söyleyeceklerim var! Senin için çok hayâtî bir mesele…” dedi.
Hükümdar merakla karışık bir hiddetle:
“–Söyle bakalım!” deyince, adam:
“–Gizlidir, eğil de kulağına söyleyeyim!” dedi.
Hükümdar eğildi, adam:
“–Ben Azrâil’im, canını almaya geldim!” dedi.
Hükümdar bir anda neye uğradığını şaşırdı, telâşa kapıldı, aman dilemeye başladı:
“–Ne olur biraz müsâade et!..” dedi.
Azrâil -aleyhisselâm- ise:
“–Hayır, sana müsâade yok. Âilene de ulaşamayacaksın!” dedi ve oracıkta hükümdârın canını alıverdi.
Daha sonra yoluna devam eden Azrâil -aleyhisselâm- sâlih bir mü’min kul ile karşılaştı. Ona selâm verdikten sonra:
“–Seninle bir işim var, bunu sana gizli söyleyeceğim.” dedi ve kulağına eğilerek kendisinin Azrâil olduğunu söyledi. Mü’min kul buna sevindi ve:
“–Hoş geldin, kaç zamandır seni bekliyordum. Bütün gayretim, noksanlarımı ve kusurlarımı bertaraf edip ölüm ânımı güzelleştirebilmek içindi. Dâimâ son nefesimin endişesi ve hazırlığı içinde idim.” dedi.
Azrâil -aleyhisselâm-:
“–Öyle ise yapmakta olduğun işi tamamla.” dedi.
Adam:
“–Benim en mühim işim, Allah Teâlâ’ya vuslattır.” dedi.
Bunun üzerine ölüm meleği:
“–Hangi hâl üzere istersen, o hâl üzere canını alayım.” dedi.
Adam:
“–Buna imkân var mı?” diye sordu.
Melek:
“–Evet, senin için bununla emrolundum.” dedi.
Adam:
“–O hâlde abdestimi tâzeleyeyim, namaza başlayayım ve başım secdede iken canımı al.” dedi ve hakîkaten öyle oldu. (İhyâ, IV, 834-5)
Şunu da unutmamak gerekir ki, dünyaya dair perdelerin kapanıp berzah âlemine âit perdelerin açıldığı ölüm ânı gelip çattığında yapılacak bir tevbe makbul değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca; «Ben şimdi tevbe ettim!» diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur! Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.” (en-Nisâ, 18)
Son olarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, kendisinden duâ talebinde bulunan kimseye; “(Allah Teâlâ) bulunduğun her yerde, kolayca hayır yapmanı sağlasın.” buyurması, dünya ve âhiret saâdeti için yapılmış belki de en güzel duâdır. Nitekim bulunduğu zaman ve mekânda kendisine âhiret saâdetini kazandırabilecek bir hayır kapısının açılması, bir mü’min için en büyük lûtuftur. Mü’min, dâimâ bu lûtfun peşinde koşmalıdır.
Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın henüz sabah namazına gelmeden evvel, hasta olduğunu bildiği Abdurrahman bin Avf’a uğrayarak geçmiş olsun ziyaretinde bulunması, câmiye girmeden evvel aç bir kimseyi görerek evlâdının elindeki arpa ekmeğini ona vermesi ve nihayet güne oruçla başlaması neticesinde Efendimiz’in; “Seni cennetle müjdelerim (ey Ebû Bekir)!” ifadesine nâil olması, bu lûtfun peşinde koşmasının bir neticesidir.[3]
Günümüzde de bir müslüman, Dünya’nın neresinde olursa olsun, hangi toplum içinde bulunursa bulunsun, hâl ve tavırlarıyla dâimâ İslâm’ın güler yüzünü insanlığa sergilemeye çalışmalıdır. Bunu, kendisinin uhrevî saâdeti için bir fırsat bilmelidir.
Zira insanlar şahsiyet ve karaktere hayrandır. Nitekim 1. Murad Hân’ın Kosova’yı, Fatih Sultan Mehmed Hân’ın da Bosna’yı fethinden sonra bu mıntıkalara; takvâda derinleşmiş, gönül ehli, temiz Anadolu halkını yerleştirmiş olması, Arnavut ve Boşnakların onların güzel hâl ve ahlâklarına meftûn olarak hidâyetle şereflenmelerine vesîle olmuştur.
Âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:
“…Kim onu (bir insanı) ihyâ ederse, bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)
Velhâsıl hayatımızın her ânını takvâ ile ziynetlendirip, gerektiği yerde sözümüzle, gerektiğinde de hâl lisânımızla dâimâ İslâm’ın dâvetçileri olalım. Bu ebediyet yolculuğunda Rabbimiz’in huzûruna râzı ve hoşnud olacağı gönüller götürelim.
Cenâb-ı Hak, ebediyet yolculuğunda takvâyı gönüllerimizin bitmez-tükenmez hazinesi eylesin. Cümlemizi rahmetiyle mağfiret buyursun.
Âmîn!..