EN BÜYÜK FETİH Hicretin sekizinci senesiydi. Fahr-i Kāinat -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz Mekke’yi maddeten ve mānen fethediyordu. Muhācir bir fert olarak çıktığı şehre, muzaffer bir kumandan olarak giriyordu. Yār-i garı Ebūbekir -Radıyallāhu Anh- ile gizli-saklı çıktığı mübārek şehre, 8 senelik bir ayrılıktan sonra on bin kişilik mü’min ordusuyla giriyordu. Ölüm tehditleri ve sūikast teşebbüsleri neticesinde mecburen çıktığı Mekke’ye, bu kez maddī ve mānevī mukavemet gösterilemeyen muazzam bir ordunun başında giriyordu. Hakaretlere uğradığı şehre giriyordu. Kendisiyle yıllarca savaşmış, kızı ve amcası gibi en yakınlarını hunharca katletmiş, katlettirmiş düşmanlarının elinden, kendi vatanını alıyordu. Fakat Allah Rasūlü -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem-’in hāli, mağrur bir kumandana asla benzemiyordu. Aksine devesinin üzerinde secde eder vaziyette eğilmiş, bir tevāzū ve mahviyet içerisindeydi. O esnada devamlı olarak; ??????????? ??? ?????? ?????? ?????? ?????????? ?Ey Allāh’ım! Hayat, ancak āhiret hayatıdır!? diyordu. (Vākıdī, II, 824; Buhārī, Rikak, 1) Āhiret pazarının tek geçer akçesi kalb-i selīm olduğuna göre, kalbi tasfiye etmek ve gönüller almak şart idi. Bu şuurla; Varlığın Nūru; dünyanın fānī gününe değil, āhiret yarınına bakıyordu. Bu şuurla; O’nu Mekke’nin taşının toprağının değil, Mekkelilerin gönüllerinin fethi daha çok alākadar ediyordu. Mescid-i Haram’da haklarındaki kararı bekleyen müşriklere seslendi: ??Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?? Kureyşliler; ??Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke­rem ve iyilik sahibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun!..? dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurdu: ??Ben de Hazret-i Yūsuf’un kardeşlerine dediği gibi derim: ??? ?????????? ?????????? ????????? ???????? ??????? ?????? ?????? ???????? ?????????????? «?Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yūsuf, 92) Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!? Fetihten önce birçok müslümanın malına ve canına kıymış olan kimseler bile, bu af meltemi sayesinde hidāyet şerefine erdiler. Allah Teālā; Kureyş müşriklerini Rasūlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hālde, Rasūlullah -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- onları affetti ve serbest bıraktı. O āna kadar yapılmış sayısız ve acımasız zulümlerin tam da kısas zamanı gelmişken Peygamber Efendimiz; sadece affı ve merhameti seçti, onların Allah katında da bağışlanmalarının yolunu açtı. Bu af ve merhamet, onları en kāmil bir īmāna kavuşturdu. Efendimiz’in kızını mızrakla yaralayarak hem çocuğunu düşürmesine, hem de bir süre sonra şehid olmasına sebep olan Hebbār bin Esved bile affedildi. O da bir gün huzūr-i saādete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- onu sadece affetmedi; ashābına, ona hakaret etmeyi ve tārizde bulunmayı dahī yasakladı. (Vākıdī, II, 857-858) Çünkü bu bir gönül fethiydi? Azılı İslām düşmanlarından Ebū Cehil’in oğlu İkrime; O’nun af ve merhametiyle Kur’ān-ı Kerīm’i gözlerine sürerek ağlayan, gözü yaşlı bir İslām mücāhidine döndü. Çünkü bu bir gönül fethiydi? Tarih boyunca, siyasī mücadelelerinin sonunda zafere ulaşan niceleri; intikam ve düşmanını kahretmek duygusuyla yaktılar, yıktılar, astılar, kestiler? Fakat Hazret-i Peygamber -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- affetti, affetti, affetti. Çünkü bu bir gönül fethiydi? Muazzam bir gönül fütuhātı başlamıştı. Hendek’te kıvılcım kıvılcım müjdelenen; Şam, Irak, Yemen, Mısır birbiri ardına fethediliyordu. Mekke fethinden altı sene sonra; mīrācın eşiği, enbiyā beşiği Kudüs de fethedilmişti. Şehrin anahtarını teslim almak üzere Halīfe Hazret-i Ömer geliyordu. Yeterli binek o esnada bulunmadığı için, bir deveye kölesiyle nöbetleşe biniyorlardı. Şehrin girişine geldiklerinde sıra köledeydi. Hizmetkār ādetā yalvardı: ??Ey halīfe, şehre gireceğiz, siz deveye binin ben yaya yürüyeyim. İnsanlar beni halīfe zannedecekler.? Adāleti, fārik vasfı hāline getiren Halīfe bunu kabul etmedi. Şehre girdiklerinde hakikaten insanlar devenin üzerindeki köleyi halīfe sanarak ona eğiliyor, tāzim gösteriyorlardı. Onlara kula kulluk etmemek öğretildi. Halīfe Hazret-i Ömer, Kudüs’teki hıristiyanlar için din hürriyetini teminat altına alan bir emannāme yazdı. Rivāyete göre Kudüs piskoposu ağlıyordu. Dindaşlarının mağlūbiyetine ağladığını zannederek tesellīye çalıştılar. Şu cevabı verdi: DÜŞMANIN ĪTİRĀFI ?Ben dindaşlarımın yenildiğine ağlamıyorum. Devir devir galibiyet ve mağlūbiyetler tarih boyunca yaşanmıştır. Fakat tesis ettiğiniz adāleti, merhamet ve hakkaniyeti görünce, anlıyorum ki; sizinki gelip geçici bir işgal değil, hiç sona ermeyecek bir gönül hākimiyetidir. İşte buna ağlıyorum.? İşte bu bir gönül fethi idi. Böylesi itiraflar Fahr-i Kāināt Efendimiz’in gönül fethini devam ettiren nesiller boyunca da devam etti. Hayber zaferinden sonra Peygamber -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revāha’yı oraya gönderirdi. Abdullah bin Revāha da, alınması gereken hurma miktarını tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arazisini işleyen yahudiler, Abdullāh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattā bir ara kendi lehlerine müsāmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherāt topladılar ve; ??Bunlar senin, taksim esnasında bizim lehimize davran ve bize göz yum!? dediler. Abdullah ise onlara; ??Vallāhi birçok menfīlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı ādil davranmama māni olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!? dedi. Bu hakkı tevzī husūsundaki hassāsiyet karşısında yahudiler, İslām’ın yüce ahlāk ve şahsiyetini takdir ederek şu ītirāfa mecbur kaldılar: ??İşte bu adālet ve doğrulukla gökler ve yer nizām içinde ayakta durur.? (Muvatta, Müsākāt, 2) Bu ve benzeri muazzam manzaralar karşısında İngiliz yazar Thomas Carlyle, Peygamber Efendimiz ve sahābesi arasındaki kopmaz bağlılığa bakarak şöyle dedi: ?Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Muhammed -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- kadar sevgi ve saygı görmemiştir.? Bir muharebe sonrası İslām ordularına esir düşen bir düşman kumandanı, gördüğü insanī muamele ve eşsiz merhamet karşısında; ?Ne zālimsin ey merhamet; bana düşmanımı sevdiriyorsun!? demek mecburiyetinde kalmıştı. Yine tā Avrupa’nın ortasında Lehistan’da; ?Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklāle kavuşamaz!..? sözü, bir darb-ı mesel hāline gelmişti. Çünkü Osmanlı fetihleri de birer gönül fethiydi. Genç padişah II. Mehmed Han; Allah Rasūlü -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in müjdesine nāil olmak, Osman Gazi’den beri devam eden; ?İstanbul’u aç gülzār / gül bahçesi yap!? vasiyetini yerine getirmek arzusuyla dopdoluydu. Māneviyatla dolu ordunun hücumları surları zorlarken; Ayasofya’da Bizans, Papa’dan yardım talep edilmesini müzākere ediyordu. Bizans asillerinden Grandük Notaras şu meşhur sözüyle düşmanını, dindaşına tercih ettiğini ifade etti: ?İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türklerin sarığını görmeyi tercih ederim!..? Notaras haklıydı. Zira, iki asır önce IV. Haçlı Seferi esnasında İstanbul’u işgal eden Haçlı ordusu; İstanbul’u yakıp yıkmış, halka da her türlü zulmü uygulamıştı. Osmanlı’nın, fethettiği Bursa, Edirne gibi beldelerde tevzī ettiği adālet ise dillere destandı. Bu güzel muamele hıristiyanları da hayran bırakıyor, birçok şehrin fethi, ahālīnin davetiyle gerçekleşiyordu. Neticede İstanbul fethedildi. Onu fetheden o güzel asker; üzerlerine lāv gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanırken; ?Bugün şehīd olma sırası benimdir!? diyerek ilāhī vuslatın aşk ve heyecanını yaşıyordu. Onlar can almaya değil, can vermeye geliyorlardı. İntikam almaya değil, hidāyete vesile olmaya koşuyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Han ise bin bir zahmetle müyesser olan fetihten sonra, İstanbul’da gayr-i müslimlere emān verdi. Herkesi imrendiren bir adālet ve merhameti tevzī etti. Çünkü bu bir gönül fethiydi. Osmanlı hākimiyetinde; ?Dinde zorlama yoktur.? prensibiyle sadece insanlar ile İslām’ın daveti arasındaki mānialar kaldırılıyor, gönüllerin fethi için dervişler ve mübelliğler devreye giriyordu. Anadolu’dan getirilen tertemiz müslümanlarla teşkil edilen mahalleler de; İslām’ın asil, nezih ve berrak yüzünü onlara temāşā ettiriyordu. Boşnaklar, Makedonlar, Arnavutlar ve çeşitli unsurlardan nasipli insanlar böylece fevc fevc İslām’a girdi. Nasipsizler ise uzak kaldı. Onların da canı, malı korundu. Gayr-i müslim tebaa, emānet bilinirdi. Nitekim Fatih, çeşme başlarında yerli hıristiyan halkın kızlarının emniyetini dahī düşünen fermanlar neşrediyordu. Kanunī, yanından geçtikleri bağdan üzüm alıp bedelini bırakan askerini, -izinsiz hareketinden dolayı- şiddetle tāzir ediyordu. Çünkü bu bir gönül fethiydi. Bütün bu gönül fetihlerinin temelinde, Fahr-i Kāinat -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’in gönülleri fetheden tebşīrātı olduğu gibi, takip eden asırlardaki her bir gönül fethinin arkasında da Hak dostları vardı. Ecdādının garp fetihlerini, şarkta vahdet ve uhuvveti temin edecek seferlerle taçlandıran Yavuz Sultan Selim Han; birçok fütūhattan sonra, bütün gayenin gönül fethi olduğunu, şöyle ifade etti: Pādişāh-ı ālem olmak, bir kuru kavga imiş, Bir veliyye bende olmak cümleden ālā imiş. Derdi dünyanın kuru kavgası olanlar yakıp yıkarken, derdi gönül fethi olanlar, dāimā īmar ve inşā ettiler. İhyā ettiler. Yaşattılar. Dirilttiler. Doyurdular. Aç karınları doyuran imāretler ve gönülleri doyuran dergāhlar inşā ettiler. Kirlenen tenleri temizleyen hamamlar ve kararan gönülleri arındıran mābedler, hankāhlar, zāviyeler, tekkeler inşā ettiler. Ciğerlerin susuzluğunu gideren çeşmeler ve gönüllerin susuzluğunu gideren medreseler binā ettiler. Ecdādımız bu muazzam faaliyetlerini sadece kendi memleketinde olanlara hasretmedi. Onlar, Hazret-i Peygamber’den tahsil ettikleri adālet ve merhameti, bütün dünyaya tevzī ettiler. Müslüman olmayan mazlumların bile yegāne barınağı oldular. Tarih şahiddir: Endülüs Emevī Devleti’nin yıkılışından sonra Endülüs’te / İspanya’da müslümanlar kadar, yahudiler de katliāma tābī tutulmuşlardı. Barbaros Hayreddin Paşa, Endülüs’te / İspanya’da katliāma tābī tutulan yahudileri, Hālık’ın mahlūkatına merhametle bakış telākkīsi ile İstanbul’u taşıdı. İstanbul halkı da aynı şuur ve merhamet ile onlara şefkat kucağı açtı. Garip mazlumlar olarak değerlendirdi ve huzur iklimine kabul etti. Yani insāniyet husūsunda İslām’ın yüceliğini sergiledi. Hazret-i Peygamber’in gösterdiği şekilde? Bedir Harbi’nde müslümanlar, bir havuzun yanında karargāhlarını kurmuşlardı. Hakīm bin Hizām’ın da içinde bulunduğu bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara māni olmak istedikleri zaman Allah Rasūlü -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem-; ??Bırakınız içsinler!? buyurmak sūretiyle nasıl bir şefkat ve merhamet ābidesi bir gönle sahip olduğunu göstermiştir. (İbn-i Hişām, II, 261) Hāsılı bu idrākin en müşahhas nümūneleri olan Hak dostları, cemiyetlere; dāimā kılıç fetihlerini, gönül fethine, maddī īmarları da mānevī īmāra dönüştüren māneviyat iksirini içirdiler. Onların mübārek elinde; Muhācir kuşları bile merhamet kanadıyla saran bir vakıf medeniyeti meydana geldi ve toplumda müstesnā bir kardeşlik yaşattı. Gönülleri birbirine te’lif eyledi. Fakir ile zengin, asil ile köylü arasında hiçbir zaman uçurumlar oluşmadı. Yetimin ve dulun bulunduğu mahalle, onların teminātı oldu. Böyle gönülleri kaynaşmış bir cemiyette; dramlar yaşanmadı, depresyonlar görülmedi, intiharlar duyulmadı, cinnetler kopmadı. Çünkü her gönül, bütün gönüllerin anahtarıydı. Herkes kardeşine zimmetliydi. Gönüllerini dergāh hāline getirmiş Hak dostları; mahşerler kaynayan sīnelerinde, halkın huzūrunun teminātı idiler. Çünkü fetihlerin arkasında dāimā Hak dostları vardı; MĀNEVĪ FATİHLER İstanbul’un mānevī fatihi Akşemseddin Hazretleri’ydi ki, İstanbul’a girerken Fatih; kendisine güller atan Rum kızlarına, bu gönül sultanını işaret ederek, gönülleri, asıl fatihe tevcih ediyordu. Hak dostlarının dünya hayatındaki gaye ve gayretleri dāimā Hakk’a kulluk, halka hizmet ve gönülleri fethetmektir. Zira gönülleri fethedecek kudret; ne kılıçta, ne de maddiyattadır. İnsanlar, şahsiyete hayrandırlar. Güçlü karakterlerin cezbedici ve sirāyet edici bir husūsiyeti vardır. Hayranlık, sevgiyi; sevgi de tābī olmayı meydana getirir. Bu; şerde de, hayırda da böyledir. Bu sebeple, sādıklarla, sālihlerle beraberlik zarūrīdir. Fethi müteākip büyük bir resmigeçit tertip edilmişti. Fatih Han, orada bizzat hizmette bulundu. Askerlerine pek çok hediye ve ihsanlar dağıttı. O gün Akşemseddin Hazretleri ayağa kalkarak şöyle hitāb etti: ?-Ey kahraman İslām askerleri! Elde ettiğiniz ganīmetleri israf etmeyiniz, hayra ve iyi yerlere sarf ediniz! Bu memleket halkına infāk ediniz!? Çünkü; Gönül fethinin birinci şartı; kişinin önce kendi gönlünü selīm bir kalp, etrafına rahmet ve muhabbet taşıran bir gönül hāline getirebilmesidir. Davranışlarında kemāle, muāmelātında adālet, asālet ve zarāfete ulaşabilmesidir. Cömert, merhametli, fedākār, affedici, cesur, ādil, güvenilir, doğru, müstakīm ve zarif olmasıdır. Şu tarihī hakikat, bu ahlākın ne güzel bir misālidir: Sultan III. Mustafa, bir Ramazan’da Şeyhülislām Mehmed Emin Efendi konağına iftara gitmişti. Söz esnasında; ??Mehmed Emin Efendi, arada size gelmek isterim, fakat konağınız pek uzak yerde!? dedi. Mehmed Emin Efendi de, nezāket ve tevāzū içinde üstü kapalı bir īzahta bulundu: ??Sultanım! Sāyenizde yakın yerlerde bir ev tedāriki mümkündür, lākin gördüğünüz gibi şu civar hānelerin hiçbirinde mutfak yoktur.? Bu ince açıklama, hayli kapalı olduğundan dolayı Padişah, şaşkınlıkla sordu: ??Acāyip, bu evlerde yemek pişirmezler mi?? Bunun üzerine Mehmed Emin Efendi; mahcūbiyet ve mahviyet içinde, Sultan’a; gönül dünyasının hassāsiyetini yansıtan şu cevābı verdi: ??Sultanım! Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri zarūreten ācizāne fakirhāneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.? (Süheyl ÜNVER, Bir Ramazan Bin Bir İstanbul, s. 64) İşte; O Hak dostları için; gönül almak, gönüller fethetmek öyle mühim idi ki, bir an bundan uzak kalmanın ıstırābını gönüllerinde hissetmekteydiler. İşte; Gönül fethi böyle gönüllerin işidir. Fedākār, cömert, muhabbet ve merhamet dolu kalplerin işidir. İslām’ın tebliğinde de, Muhammed Hamīdullāh’ın da dile getirdiği gibi, en çok māneviyat erleri muvaffak olmaktadır. Bugün siyasī ve askerī sahada müslümanlar mağlūp ve mazlum olduğu hālde; hālā İslāmiyet’in mesajı; gül yüzlü, bülbül sözlü, zarif mümessilleriyle ulaştırıldığında, dünyanın her yanında nice gönüller fethetmektedir. Dünden bugüne Peygamber Efendimiz’in bize bıraktığı emānet de budur. Yarınlarda da, i‘lā-yı kelimetullah için, tebliğ ve cihad vazifelerimizi hakkıyla īfā için; dāimā gönle eğilmemiz, sözlerimizi ve davranışlarımızı gönül alıcı kılmamız ve İslām’ın güzel yüzünü tebessüm ettirmemiz zarūrīdir. Unutmamalı ki; Ecdādımız Osmanlı; her gittiği yerde, bu şuur ve istikamette emsalsiz nümūnelerle dolu bir adālet, merhamet ve huzur tevzī etti. Öyle ki, Martin Luther’in; ?Yā Rabbī! Büyük Türkleri bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilāhī adāletinden onlar sāyesinde nasiplenelim!..? şeklinde duālarında yer aldı. İslām’dan nasipsiz zālimler ise, zulmettikleri her mekānda kellelerden kuleler diktiler? Nefsāniyet uğruna, makamlar uğruna, mal ve menfaatler uğruna? Bugün de; Menfaatlerin en hunhar bir şekilde cereyan eden savaşlarını görüyoruz. Maddeye ve paraya hākim olabilmenin en kirli, en vicdansız, en dehşetli ve felāketli katliāmlarını görüyoruz. Petrol kavgaları uğrunda işlenen toplu cinayetler, gaddar zulümler, bitmek tükenmek bilmiyor. Çocukları mahveden, perişan eden, kadını ve yaşlıyı öldüren, gençlerin sabahını söndüren ve her şeyi imhā eden insanlık dışı katliāmlar durmak bilmiyor. Niçin? Niçin olursa olsun, meselenin özünde kalpten mahrumiyet var. Merhametten mahrumiyet var. Çünkü hidāyetten mahrumiyet var. O mahrumiyetlerde de insanlık yok, vicdan yok, hakikat yok, gönül yok. Çare? İslām’a sarılmak. Çünkü sadece; İslām’da kan dökmek ve toprak almak için savaşmak, toprağı kanla sulamak yasaktır, haramdır. Kılıç, ancak zulmü kaldırmak ve hidāyetlere vesile olabilmek için kullanılır. Bu gayeye hizmet etmeyen bir kılıç, ancak bir demir parçasıdır. Dolayısıyla; İslām’da yapılan savaşlar dahī, asla toprağı kanla sulamak için değil; sadece var olan bir zulmü ortadan kaldırmak ve insanlığın hidāyetine vesile olmak niyetiyle yapılmıştır. Mücbir bir durum dolayısıyla gerçekleşen bir savaşta dahī, Peygamber -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz; kadınlara, çocuklara, yaşlılara, nebātāta, kilise ve manastırda bulunanlara asla dokunulmaması gerektiğini bildirmiştir. Harp edilecek olanlar, sadece İslām askerlerine karşı savaş açanlardır. ?Allāh’ın ismiyle, Allāh’ın yolunda gazā ediniz! Allāh’ı tanımayanlarla çarpışınız! Ganīmet mallarına hıyānette bulunmayınız! Zulmetmeyiniz. Müsle yapmayınız (kulak, burun gibi āzāları keserek işkence etmeyiniz). Çocukları öldürmeyiniz!?(Müslim, Cihād, 3; Ahmed, V, 352, 358) Diğer rivāyetlerde Rasūlullah -Sallāllāhu Aleyhi ve Sellem-Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: ?Çocukları, mabedlerine çekilip ibādetle meşgul olan kişileri,1 kadınları,2 yaşlıları3ve savaş hārici işler için kiralanan kişileri4 öldürmeyiniz! Kiliseleri yakıp yıkmayınız, ağaçları köklerinden kesmeyiniz!5?(1 Ahmed, I, 300; Taberānī, Kebīr, XI, 224/11562. 2 Buhārī, Cihād, 148; Müslim, Cihād, 24, 25. 3 Taberānī, Evsat, I, 48/135. 4 İbn-i Māce, Cihād, 30; Vākıdī, III, 912. 5 Abdürrazzak, Musannef, V, 220.) buyurmuştur. Çünkü gaye, dāimā Hakk’ın emrini yerine getirmektir. Osman Gazi’nin, oğlu Orhan Gazi’ye yaptığı nasihatte dediği gibi: ?Oğul! Bizim dāvāmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dāvāsı değil, «i‘lā-yı kelimetullah»tır, yani Allāh’ın dīnini yüceltmektir!? Tarih şahittir ki; Kendi akıllarının dar hududunda hapsolmuş bulunan; Firavun, Nemrut, Atillā, İskender, Hülāgū ve emsalleri, yaptıkları zulümlerle bütün insanlığın düşmanı oldular. Buna mukabil, vahyin feyziyle yoğrulup «akl-ı selīm»e nāil olan, dostluk ve muhabbetin ilāhī menbaına erişen; Nakşibendī, Mevlānā ve emsāli Hak dostları ise, hayatları boyunca, hattā vefatlarından sonra bile insanlığa huzur ve rahmet vesilesi oldular. Ebediyyen de bütün insanlığın dostu olarak kalacaklardır. Bütün asırlar ve zamanımız, bu hakikat etrafında dersler ve ibretlerle doludur. Doğru okumasına bilenler için tabiī. Ancak böyle bir okumayı; bugünkü makineleşme, yani eşyanın putperesti olma, bir şekilde kendi içindeki sayfaların dışında bırakıyor. Yani; Makinenin terakkīsi, mānevī terbiyeden uzak insanın rūhī yapısını zaafa uğratmakta ve sinsice zehirlemektedir. Böylece māneviyattan mahrum bir şekilde yetişen insan, neticede maālesef makinenin kulu hāline gelmektedir. Makinenin esāreti altında rūhunu karartmış kimselerin de Allāh’a yol bulabilmeleri çok zordur. Çünkü sekülerlik, globalleşen dünya, nefsānī arzularla her gün daha beter kirlenmektedir. Günümüzde televizyon, internet, salgın modalar insanımızın iç ālemini boşalttı. Onu uzaktan kumandalı bir robot hāline getirdi. Zaten kapitalist dünyanın tek parolası var: ?Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin! Altta kalanın canı çıksın.? Afrika’da kapitalizmin maskeli yüzünü, acımasızlığını, merhamet ve vicdan yoksulluğunu yakından seyrettik. Felāket dolu, ıstırap dolu, vahşet dolu. Aynı manzarayı Irak’ta seyrediyoruz, Filistin’de seyrediyoruz, Suriye’de seyrediyoruz. Tekrar tekrar tecellī ediyor ki; Makineden asla hikmet çıkmaz. Zira onun ne ilmi ne de aşkı vardır. Devrimizdeki gafil insan da her sahada makineleşmiş, böylece aşka da hikmete de vedā etmiştir. Bin bir esāret içinde insan dünyaya geliş hikmetini unutmakta, «ben» diyerek nefsini ilāhlaştırmakta. Nefsinin putperesti olmakta. Oysa; Dünya ömrü bir imtihan müddetidir. Bizi kurtaracak olan ruh da, sadece bize Hira, Sevr ve Vedā Hutbesi’nde bırakılan mukaddes mīrastır. Yeryüzünün gerçek fatihleri, kalpleri kazananlardır. Bu gaye etrafında; Hazret-i Şems, Hazret-i Mevlānā’ya bilhassa şu tālimatta bulunmuştur: ?Muzdarip olan varsa sen de muzdarip ol, üşüyen varsa sen de üşü!? Yine bu gaye etrafında; Bahāeddin Nakşibend Hazretleri yedi sene hastalara hizmet etti. Yoldaki engelleri kaldırdı. Hālık’ın nazarıyla mahlūkata bakış tarzının bir tecellīsi olarak hasta hayvanlara hizmet etti. Çünkü; Toprağına merhamet tohumu serpilmeyen ülkeler gerçek mātem ülkeleridir. Merhameti bilmeyen insan, en büyük hazineyi ve saādetlerin kapısını açan anahtarı kaybetmiştir. Bilmeli ki merhamet, müslümanın kalbinde hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Müslümanı gayr-i müslimlerden ayıran vasıf, onlardan daha fazla merhametli oluşudur. Īmansızlar ve kāfirler, merhametsizdir. Onlar, merhameti anlamaya çalışsalar da onu tam mānāsıyla hiçbir zaman idrāk edememişlerdir. Çünkü merhamet, insanlığımızın ālemde şahidi olan ve kalp yoluyla bizi Allāh’a yaklaştıran ilāhī bir cevherdir. Yā Rabbī! Gönüllerimizi īman, takvā, ibādet ve hizmet ile tezyīn eyle. Bizleri kalb-i selīme vāsıl eyle? Bizleri, üsve-i hasene olan Habīb-i Edībi’nin hāliyle hāllendir. Gönül fetihlerinden bizleri de hissedār eyle!.. Ümmet-i Muhammed’i ve tarih boyunca İslām’a ve ümmete hizmet etmiş milletimizi; Fatihlerden ve Akşemseddinlerden mahrum eyleme!.. Āmīn!..

Oy Ver :
 Puan: 0     Oy Sayısı : 0
    

 
 
Anasayfa Forum Radyo Żlahiler Video Hatim Ziyaretci Defteri Üyelik Żletižim Radyo Sitene Ekle

EmreBerlin sitesi için özel yazılmıştır 2000 - 2012

SincanSoft.com