HAK DOSTLARINDAN HİKMETLER
-Lokman Hakîm (a.s.)- 2
Lokman (a.s.) buyurur:
“Yavrucuğum! Hikmet, yoksulları pâdişahların meclislerine oturtmuştur.” (Ahmed, ez-Zühd, s. 87, no: 537)
[Hikmet, rûhun gıdâsıdır. İnsan bedeninin hayâtiyeti için nasıl ki maddî gıdâlara ihtiyaç varsa, mânevî huzur ve tekâmül için de hikmetlerde derinleşerek gönlü feyz ve rûhâniyetle ihyâ etmek zarûrîdir.
İnsan, bütün dünya mülküne sahip olsa bile, hikmetten mahrûmiyetin rûhunda açtığı boşluğu, hiçbir şeyle dolduramaz. Bunun içindir ki, bilhassa büyük servet sahipleri ve idârî mevkîlerde bulunup toplumun mes’ûliyetini yüklenmiş olanlar, Hakk’a kulluk yolunda kalbî muvâzene ve istikâmetlerini koruyabilmek için, hikmet ehli zâtların himmetlerine, herkesten daha çok muhtaç olmuşlardır. Zira kudret ve iktidar sahiplerinin çevresindekiler, umûmiyetle bir menfaat beklentisi veya mevkîlerini kaybetme endişesi içinde olduklarından, doğruları her zaman cesaretle dile getiremezler.
Hikmet ehli ise, halkın değil Hakk’ın nazarında mûteber olabilmenin tâlibidirler. Onlar, dünyevî menfaatlerden müstağnî kalıp hakkı tebliğ yolunda zahmetlere katlanmayı kendileri için rahmet bilirler. Bu sebeple kudret ve iktidar sahiplerine, yakın çevrelerini kuşatmış olanlardan hiçbirinin yapamayacağı îkaz ve nasihatlerde bulunmaktan çekinmezler. Onların âhiretini korumak için, tıpkı bir doktorun hastasına şifâ olacak acı ilâçlar içirmesi gibi, gerektiğinde acı reçeteler vermeyi, vazife telâkkî ederler.
Rivâyete göre Abbâsî halîfesi Hârun Reşid, bir gün yakın dostuna:
“–Gönlüm, şu saltanatın verdiği debdebeden sıkıldı. Beni öyle bir zâta götür ki; yanında huzur bulayım.” dedi.
O da halîfeyi Süfyan bin Uyeyne’nin tavsiyesiyle Fudayl bin İyaz’a götürdü. Fudayl’ın evine varıp kapıyı çaldılar. Fudayl, içeriden:
“–Kim o!” diye seslendi. Onlar da:
“–Emîru’l-Mü’minîn!” dediler. Fudayl:
“–Ümmet-i Muhammed’in görülecek bunca işi varken Emîru’l-Mü’minîn’in benim yanımda ne işi var?” diye sordu. Hârun’un yakın dostu:
“–Ülû’l-emr’e itaat vâciptir. Şimdi söyle; içeriye senin vereceğin desturla mı, yoksa halîfenin emriyle mi girelim!..” dedi. Fudayl:
“–Destur yoktur, eğer emirle girerseniz, onu da siz bilirsiniz!..” dedi.
Hârun içeri girdi ve Fudayl bin İyaz’dan öğüt istedi. Fudayl dedi ki:
“–Rasûlullah (s.a.)’in amcası olan deden, «Beni bir kavme emir yap!» diye O’ndan ricâ etmişti. Allah Rasûlü (s.a.) de:
«–Amcacığım! Bir an, seni sana emir yaptım.» dedi. Yani, «Bir nefes Allâh’ın tâatinde bulunman, binlerce yıl halkına bîgâne ve gâfil bir hükümdar olmandan hayırlıdır…» demek istedi.”
Hârun Reşid:
“–Biraz daha öğüt vermez misin?” deyince de şunu anlattı:
“–Ömer bin Abdülaziz, hilâfet makamına geçirildiği zaman, Sâlim bin Abdullah, Recâ bin Hayve ve Muhammed bin Kâ‘b’ı dâvet ederek:
«–Bana çok ağır bir vazife verildi, benim âhiret selâmetim için bana tavsiyeniz nedir?» diye sormuştu da onlardan biri:
«–Eğer yarın, kıyâmet günü azaptan kurtulmak istersen; müslümanların yaşlılarını baban, gençlerini kardeşin, çocuklarını evlâdın, kadınlarını da annen ve bacın bil!..» demişti.” Hârun:
“–Biraz daha öğüt ver.” deyince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–İslâm diyârı senin evin, bu diyardaki halk da âile efrâdın mesâbesindedir. Babana, kardeşlerine ve yavrularına nasıl muâmele ediyorsan, tebaana da o şekilde davran. Baban yerinde olan yaşlıları ziyaret et, kardeşlerin yerinde olan gençlere iyilik yap, evlâtların yerinde olan çocuklara da ikramda bulun.” Sonra ilâve etti:
“–Ey Halîfe! Şu güzel yüzünün, cehennem ateşinde yanıp çirkinleşmesinden korkarım! Nice pırıl pırıl çehreler vardır ki, cehennemde feryâd ü figân etmekteler! Burada emîr olan niceleri orada esirdir!”
Hârun Reşid, biraz daha öğüt vermesini ricâ edince, Fudayl sözlerine şöyle devam etti:
“–Allah Teâlâ’dan kork!.. Çünkü O, kıyâmet günü müslümanları senden tek tek soracak ve her birinin hakkını ödemeni sana emredecek. Eğer bir gece, bir ihtiyar kadın, evinde aç olarak uyumuşsa, (hidâyet bekleyen bir insana îkaz ve tebliğde bulunmaktan bîgâne kalmışsan), yarın kıyâmet günü onlar da yakana yapışacak ve orada senden dâvâcı olacak!”
Gözü yaşlı bir hâlde daha nice nasihatler dinleyen Hârun Reşid, oradan ayrılmadan önce Fudayl bin İyaz’a:
“–Borcun var mı?” diye sordu. Fudayl:
“–Evet var! Rabbimin bu kadar ikram ve ihsânına mukabil, hamd, şükür ve zikir borcum var. O, lûtfedip bana hidâyeti ihsân etti. Benim vazifem de, bunun şükür borcunu Rabbime ödememdir. Eğer O, bu borcumu îfâdaki noksanlığım sebebiyle beni yakalarsa, vay hâlime!” dedi. Hârun:
“–Ben Hakk’a değil, halka borcunu soruyorum.” dedi. Fudayl:
“–Elhamdülillah! Hakk’ın nîmetleri içinde yüzüyorum. Halktan hiçbir talebim yok.” dedi.
Bu sözüyle Fudayl âdeta; “Hakk’ın takdîrinden memnun ve mesrûrum. O’ndan gelen her şey benim için en hayırlısıdır. Allâh’ın bana takdîr ettiğini, O’nun kullarına şikâyet etmekten hayâ ederim.” demek istemişti.
Sonra Hârun, içinde bin altın bulunan keseyi onun önüne koydu ve:
“–Bu, annemden miras kalmış helâl bir paradır.” dedi. Bunu gören Fudayl dedi ki:
“–Bak Hârun! (Ben, sana ne anlatıyorum, sen ise ne yapıyorsun?!) Ben senin kurtuluşunu istiyorum, sen ise bana böylesine ağır bir yük yüklüyorsun! Ben sana; mâlik olduğun her şeyi hak sahiplerine iâde et! (Tebaandaki yaşlılar baban, gençler kardeş