Hak Dostlarından Hikmetler İmâm-ı Rabbânî (r.aleyh)-1
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:
“(Allâh’ın râzı olacağı güzel bir kulluğa) muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allâh’ın lûtfudur. Ama buna mutlakâ bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki, bütün lûtufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’e bağlanıp O’nun mübârek izinden gitmektir...
İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun tek sebebi, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’e tam olarak uyma hususunda bir kusurunun olmasıdır.
Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnet’e uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”1
[Kulu Rabbine yaklaştıran feyiz ve rûhâniyete ancak, Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz’e tam bir teslîmiyetle itaat ederek erişilebilir. Zira âyet-i kerîmelerde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın...” (Âl-i İmrân, 31) 
Yani Allah Teâlâ’nın muhabbetine ancak, O’nun Habîbi’ne itaat, teslîmiyet ve bilhassa muhabbet yolundan ulaşabiliriz. Bu yolda en ufak bir ihmâl, tereddüt veya şüphesi olana, ilâhî muhabbet kapısı kapalı kalır. Zira Hazret-i Peygamber’e muhabbetin, Allâh’a muhabbet; O’na itaatin, Allâh’a itaat; O’na isyanın da Allâh’a isyan mâhiyetinde olduğu, âyet-i kerîmelerle sâbittir.
Bu yüzden mü’min, büyük-küçük her hareketinde, Kur’ân’ın fiilî bir tefsîri demek olan Habîbullah Efendimiz’in hayat tarzına, yani Sünnet-i Seniyye’ye tam bir riâyet hassâsiyetiyle dolu olmak mecburiyetindedir.
Zira şu bir hakîkattir ki, Efendimiz’in sünnetlerine lâyıkıyla sarılan mü’minlerin -ekseriyetle- farzları yaşamakta da herhangi bir tâvizi, noksanı, ihmâli olmamaktadır. Fakat sünnetleri ihmâl edenlerin, farzlarda da büyük fireler vermeye açık oldukları, bilinen bir gerçektir.
Yani Sünnet’e riâyet hassâsiyeti, dînî hayatın temel rükünleri mevkiindeki farzları da muhafaza altına alan, âdeta kuvvetli bir zırh mesâbesindedir. Bu yüzden iblis ve onun aveneleri, bir insanın dîn ve îmânına musallat olduklarında, onu evvelâ sünnetlerden uzaklaştırmaya çalışırlar. Zira bunda muvaffak olamazlarsa, farzlara aslâ ilişemeyeceklerini bilirler.
Bunun içindir ki Abdullah bin Deylemî (r.aleyh), Sünnet’e tam bir itaat ve teslîmiyetle bağlılığın ehemmiyetini şöyle ifâde etmiştir:
“ÉDînin (zayıflayıp gücünün) kaybolmasının başlangıcı, Sünnet’in terk edilmesiyle olacaktır. Halatın lif lif çözülüp nihâyetinde kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle ortadan kalkar.” (Dârimî, Mukaddime, 16)
Dolayısıyla sünnetlerin birer birer hayatımızdan çıkması, -Allah korusun- ebedî kurtuluşumuzu da pamuk ipliğine bağlı hâle getirir.
Nitekim dinler tarihinde Yahudîlik ve Hristiyanlığın bozulması da böyle başlamıştır. Önce peygamberlerin sünnetleri terk edilmiş, daha sonra da îtikad ve ibadetler tahrif edilmiştir. Sonunda namaz terk edilmiş, yerine âyin gelmiş, oruç terk edilmiş yerine perhiz gelmiş, tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakılmış, hattâ günümüzde râhibelerin tesettürü bile kaldırılmaya başlanmıştır.
Bu noktada mü’minler olarak hepimizin büyük bir firâset ve basîretle şuna dikkat etmemiz gerekmektedir ki; günümüzde İslâm’a da bu hristiyanî tahrîfi yapmaya çalışan gizli ve açık din düşmanları, var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bunlar da, asıl niyetlerini belli etmemek için, ilk plânda dînin temel inanç esaslarına ve farz hükümlerine hücum etmeyip, öncelikle bunları koruyan bir zırh mevkiindeki sünnetleri gözden düşürmeye uğraşmaktadırlar.
Şurası daha da vahimdir ki, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat yolundan uzak fikirlerin yayıldığı ve nice müslümanın akaidinin sarsılıp ibadet ve muâmelâtının bozulduğu günümüzde, bu ifsat hareketlerinin içinde, din âlimi sıfatlı, ilâhiyat hocası etiketli kimselere de, son zamanlarda sıkça rastlanmaktadır. Öyle ki bu kimseler, 1400 yıldır icmâ ile, ittifakla gelen hususlarda bile kafa karıştırmakta, gönül bulandırmaktadırlar.
Bu kimseler, nâkıs akıllarına sığdıramadıkları için mûcizeleri inkâr edebilmekte, kat’î nassın bulunduğu bir hususta ictihâda yer olmadığını bile bile, miras hukukunda kendilerince tâdilat yapma gereği duymakta, tesettürü hafife almakta, kendi görüşlerine uymayan hadisleri reddetmekte, sünnetleri ehemmiyetsiz görmektedirler.
“Bize Kur’ân yeter!” diyerek zâhiren sûret-i haktan görünen bu sloganla, Kur’ân-ı Kerîm’in tafsîli, tefsîri, şerhi ve hayata tatbiki demek olan Sünnet’i dışlamakta ve kendilerince bir “Kur’ân İslâm’ı” icâd etmeye çalışmaktadırlar.
Hâlbuki Rasûlullah (s.a.) Efendimiz, Kur’ân’ı ön plâna sürerek asıl maksatlarını gizlemeye çalışan “din âlimi” kisveli bu “din tahrifçileri”ne, şöyle işaret buyurmaktadır:
“Dikkat edin, bana Kitap ve onun bir misli verildi. Dikkat edin, karnı tok bir adamın koltuğuna yaslanarak size; ÇBu Kur’ân’a uymanız gerekir. Onda helâl bulduklarınız helâl, haram bulduklarınız haramdır (başka kaynağa ihtiyacınız yoktur!)È demesi yakındır. Dikkat edin! Allâh’ın Elçisi’nin haram kıldıkları, Allâh’ın haram kıldıkları gibidir.”2
Diğer bir rivâyette de, Sünnet’e bağlılığın zarûrî olduğunu Efendimiz (s.a.) şöyle beyan buyurmaktadır:
“ÉSizden biriniz koltuğuna yaslanarak Allâh’ın şu Kur’ân’da haram kıldıklarından başka şeyleri haram kılmadığını mı zannediyor?! Dikkat edin! Vallâhi ben öğüt verdim, emrettim ve yasakladım. Bunlar (emirler ve yasaklar), Kur’ân’dakiler kadardır, hattâ ondan fazladırÉ” (Ebû Dâvûd, Harac, 31)
Kur’ân’ın ancak Sünnet ile doğru anlaşılabileceği hususunda, şu âyet-i kerîmeler çok câlib-i dikkattir:
“(Rasûlüm!) O’nu Rûhu’l-Emîn (Cebrâil) îkaz (ve irşâd) edicilerden olasın diye, apaçık bir Arap diliyle, Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 193-195)
Dolayısıyla Kur’ân’ın sır ve hikmetleri, ancak Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in kalbî dokusundan hisse almakla anlaşılır. Efendimiz’in 23 senelik nebevî hayatı da, baştanbaşa Kur’ân’ın canlı bir tefsîri mâhiyetindedir.
Bu itibarla Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’i anlamak, Hakk’a kullukta en mühim basamaktır. O’nu tanımadan, O’nu anlamadan, O’nun izinden gitmeden ve O’nun gönül hassâsiyetlerinden hisse almadan, ne îmânımız tam bir îmân olur, ne Kur’ân-ı Kerîm’i tam olarak idrâk edebiliriz, ne de kulluğumuz tam bir kulluk olur…
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ilâhî emrin hayata nasıl tatbik edileceği bildirilmemiştir. Onları ancak Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in tatbikatından öğrenmekteyiz. 
Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de ölü eti yemenin haram olduğu bildirilmiştir. Bu hususta, canlı yakalandıktan sonra kendi kendine ölen balığın müstesnâ olduğunu ve onun yenilebileceğini ise Sünnet’ten öğrenmekteyiz.
Yine Kur’ân’da namaz ibadeti emredilmekte, fakat onun nasıl kılınacağının tafsîlâtı; yani rekât sayıları, içinde okunacak sûre ve duâları, tâdil-i erkânı gibi hususlar, hep Sünnet’ten öğrenilmektedir.
Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm, sır ve hikmetlerini “takvâ ehli”ne açar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (Allah korkusuyla haramlardan sakınanlar) için bir yol göstericidir.” (el-Bakara, 2)
Bu sebeple Kur’ân’ı en iyi idrâk edenler, takvâ üzere yaşayıp gönüllerine seviye kazandırabilenlerdir. Herkes aynı rahle önünde diz çöküp Kur’ân okusa, herkes kalbinin seviyesi nisbetinde Kur’ân’dan istifâde eder.
Bu hususta Hazret-i Ömer (r.a.)’ın şu hâli, ne kadar ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Ömer (r.a.), bir evin önünden geçerken, hâne sahibinin, evin dışına taşacak kadar yüksek sesle Tûr Sûresi’ni okuduğunu işitti. Adam: 
“Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacakır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur.” (et-Tûr, 7-8) âyet-i kerîmesine gelince, Hazret-i Ömer (r.a.) bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak dinledi. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle evinde bir müddet hasta yattı.3
İşte Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâip ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar. 
İşte bunun gibi nice hakîkatleri görmezden gelen bâzı bedbahtlar -güyâ Kur’ân’a uyma adı altında- dîni budayıp onu kendi sığ görüşlerine uydurmaya kalkışmaktadırlar. İlim ve irfanda çırakları bile olamayacakları, büyük birer üstâd olan müctehid imamları da saygısızca tenkit edebilmektedirler:
“–Onlar bin sene önceki âlimlerdi, şimdi zaman çok değişti…” görüşüne sığınarak, dînin zamanlar üstü ve değişmez hükümleriyle oynamaktadırlar. Bu ise, gayr-i müslim müsteşrik ve misyonerlerin yaptıklarından daha beter bir din tahribidir. Bunlar din âlimliğini; dîne hizmet etmek yerine, onu tenkid etmek zanneden gâfiller gürûhudur.
Bu bakımdan bilhassa dînî tahsilde bulunan genç kardeşlerimizin, bu hususlarda uyanık olmaları, dîni kimden öğreneceklerine çok dikkat etmeleri lâzımdır. Zira Peygamber Efendimiz (s.a.) çok sevdiği sahâbîlerinden olan Abdullah bin Ömer (r.anhüm)’ya şu îkazda bulunmuştur:
“Ey İbn-i Ömer! Dînine iyi sarıl, dînine iyi sarıl! Zira o senin hem etin, hem kanındır. Dînini kimden öğrendiğine iyi dikkat et! Dînî ilimleri ve hükümleri, istikâmet ehli âlimlerden al, sağa sola meyledenlerden alma!”4
Nitekim bu hassâsiyet içinde olan ashâb-ı kirâm ve onların izinden giden sâlih mü’minler, yeri gelmiş, bir râvîden hadîs alabilmek için, o zamanın zor şartları altında bir ay süren ilim yolculukları yapmışlardır. Yine onlar, nebevî terbiye ile öyle bir fazîlet âbidesi hâline gelmişlerdir ki, hayvanını yanına çekmek için boş yem torbasını gösterip kandıran kişinin ahlâkını mûteber saymamışlardır. Yani huy ve ahlâkında, bir hayvanı bile olsa kandırma ve aldatma zaafı bulunan kişiyi, Allah Rasûlü’nün hadîs-i şerîfleri muktezâsınca yaşamadığı için, hadîs nakline liyâkatli görmemişlerdir.
Tâbiîn neslinin büyük imamlarından Ebû’l-Âliye (r.aleyh) der ki:
“Biz, kendisinden (hadis) almak için bir kişinin yanına gittiğimizde, önce onun namaz kılışına dikkat ederdik; eğer namazını güzel kılarsa; «O, diğer işlerini de güzel yapar.» diyerek yanına otururduk. Namazını huşû ve tâdil-i erkâna riâyet etmeden kılarsa; «Onun diğer işleri de menfîdir.» diyerek yanından kalkardık.” (Dârimî, Mukaddime, 38/429)
İşte bugün de, dînî bilgisine îtibâr edilecek ilim erbâbını bu ölçüler ışığında değerlendirmek şarttır. Zira Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) buyuruyor. Yani gerçek bir âlimde öncelikle “takvâ” yani “Allah korkusu” şarttır. Cenâb-ı Hak, ancak böyle bir kuluna “âlim” diyor. Allah’tan korkmadan, Rasûlü’nden utanmadan, kendi nâkıs akıllarını yegâne hakîkat miyârı zannedip, dîni onun süzgecinden geçirerek aklına uyanı alan, uymayanı atan gâfillere değil!..
Esâsen îman, aklın bütünüyle kavramaktan âciz kalacağı pek çok hususu, kalben tasdik etmeyi gerektiren bir ön kabûldür. Nasıl ki gözün bir görebilme mesafesi varsa, aklın da sınırlı bir idrak kabiliyeti vardır; bu yüzden her şeyi kavrayamaz. Peki aklın idrak kâbiliyetinin ötesinde hiç mi hakîkat yoktur? Sınırlı bir akıl ve cüz’î bir ilme sahip olan insanoğluna, dînî hakîkatleri, küllî ilim sahibi Cenâb-ı Hak vaz ettiğine göre, elbette ki aklın kavramaktan âciz kalacağı, sayısız sır ve hikmetler olacaktır.
Şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati açıkça beyân etmektedir: 
“Hızır (a.s.)’ın, Mûsâ (a.s.)’a acâyip, garâip ve hikmeti meçhul hâdiseler gösterdiği seyahat esnâsında, bir serçe kuşu gelerek bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır (a.s.), bu manzarayı Mûsâ (a.s.)’a göstererek şu teşbihte bulundu:
ÇĞAllâh’ın ilmi yanında, senin, benim ve bütün mahlûkâtın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.È” (Buhârî, Tefsîr, 18/4)
Nasıl ki bir karıncanın ilim ve aklı, insanın ilim ve aklı karşısında sıfıra yakınsa, Cenâb-ı Hakk’a karşı bizim durumumuz da bir “hiç”ten ibârettir. İnsanın bilmedikleri yanında bildikleri bir hiçtir. Âyet-i kerîmede, insanın aslî vasıflarından birinin “cehûl”5 yani “çok câhil” olarak ifâde buyrulması da bundandır. Buna mukâbil Cenâb-ı Hak, ilm-i ilâhîsinin azamet ve nihâyetsizliğini şöyle beyan buyurmuştur:
“Eğer gerçekten yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, deniz de (mürekkep olup) arkasından yedi deniz daha ona eklense, Allâh’ın kelimeleri (yazılmakla) tükenmez. Muhakkak ki Allah Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Lokman, 27)
Yaratılmış bütün varlıkların ilmi, onları yaratan Allah Teâlâ’nın ilmi yanında deryadan bir katre hükmünde olduğundan, insanın sınırlı aklıyla kavrayamayacağı nice ilâhî sır ve hikmetler vardır. Bunların bir kısmı havâssü’l-havâssa, daha ötesindeki bâzı sırlar peygamberlere, onun da ötesindeki bâzı sırlar yalnızca Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’e keşfolunmuştur. Bundan dolayıdır ki Peygamber Efendimiz (s.a.):
“Şayet benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Bu itibarla bizlere lûtfedilen mahdut akıl, ancak Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsı içinde bir kıymet ifâde eder. Nitekim Mevlânâ Hazretleri de, aklın bütün şüphe ve istifhamlarını bir kenara atıp Allah ve Rasûlü’ne kalben teslîm olabilmenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuştur:
“Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yani mârifetullâha vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vâsıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır. Akıl, Mustafâ’ya kurbân olsun!”
Zira akıl, ancak bu teslîmiyetle birlikte kişinin dünya ve âhiret saâdetine hizmet edebilir. Aksi hâlde insanı çıkmaz sokaklarda dolaştırır.
İşte Cenâb-ı Hak, -mûcizeler gibi, kader ve gayba îman gibi- aklın tam mânâsıyla kavramaktan âciz kaldığı ilâhî hakîkatlerin kabûlünde, akıldan daha ulvî bir idrak merkezi olan kalbi devreye sokmamızı istiyor. Böylece tam bir teslîmiyet ufkunda yükselmemizi arzu ediyor.
Gerçek bir îman da, dil ile ikrâra ilâveten, kalp ile tasdîk neticesinde meydana gelir; akılla tasdik neticesinde değil. Sırf aklın alabildiklerini kabul etmek “îman etmek” değil, “iknâ olmak”’tır. Bununsa Hakk’a teslîmiyet tarafı bulunmadığı için, ind-i ilâhîde bir kıymeti yoktur.
Velhâsıl yüce dînimiz İslâm’ı, takvâ ehli, güzel ahlâklı, amel-i sâlih hayatı olan, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde yaşayan âlim ve âriflerden tahsil etmek şarttır. Kur’ân ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp emrolunduğu gibi dosdoğru olabilmek, yani istikâmet, bu zamanın en büyük kerâmetidir.
Hak dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin şu hâli, dînî sahada îtibâr edilecek kimselerin tespitine dâir, ne kadar ibretli bir misaldir:
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir gün, halk arasında “velî” diye meşhur olmuş bir şahsı görmek için müridleriyle yola çıkmıştı. O zât evinden çıkıp mescide giderken, kıbleye doğru tükürdü. Bâyezîd (r.aleyh), o şahsın bu ham ve lâkayd hâlinden çok müteessir oldu ve selâm bile vermeden geri döndü. Talebelerine de şöyle dedi:
“–Bu zât, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in öğrettiği edeplerden birine riâyet hususunda bile güvenilir değil! Hakk’ın esrârı hususunda kendisine nasıl güvenilecek!”6]
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri buyurur:
“Müstehapların yerine getirilmesi hususunda gevşeklik gösterilmemelidir. Zira müstehaplar, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği ve râzı olduğu şeylerdir. Kişi, yeryüzünün bir köşesinde Hak Teâlâ’nın sevdiği ve râzı olduğu bir ameli bilir ve onu yapma imkânı olursa, bunu ganimet bilmelidir. Bu durum, birkaç kırık saksı parçasıyla değerli pırlantaları satın alan kişinin hâline benzer.”7
[İmâm-ı Rabbânî (r.aleyh) bir gün talebelerinden birine:
“–Bahçeden birkaç karanfil getir!” buyurmuştu. O da gidip altı tâne karanfil getirdi. Hazret bunu görünce mahzun bir edâ ile şöyle buyurdu:
“–Bizim talebeler hâlâ Peygamber Efendimiz’in; ÇAllah tektir, teki sever!È8 hadîs-i şerîfine dikkat etmiyorlar. Hâlbuki buna dikkat etmek müstehaptır.
İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehap, Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği şeydir. Allah Teâlâ’nın sevdiği bir amelin karşılığında bütün dünya ve âhiret verilse, yine de hiçbir şey verilmemiş demektir. Biz müstehaba o kadar riâyet ederiz ki, yüzümüzü yıkarken bile suyu önce sağ tarafımıza getiririz. Zira işlere sağdan başlamak müstehaptır.”9
Görüldüğü üzere Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’i en iyi tanıyan Hak dostu âlim ve âriflerin en mühim kerâmeti, büyük-küçük bütün hâl ve hareketlerinde Sünnet-i Seniyye’yi büyük bir hassâsiyetle yaşamaya çalışmalarıdır.
Şunu da unutmamalıyız ki Cenâb-ı Hak, bütün sâlih amellere gayret edip bütün günahlardan sakınalım diye, rızâsının da gazabının da hangi amelde tecellî edeceğini gizlemiştir. Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı da gazabı da bâzen büyük, bâzen orta, bâzen de çok küçük bir amelde tecellî edebilir.
Nitekim bir hadîs-i şerifte bildirildiği üzere, susuz kalmış bir köpeğe su veren günahkâr bir kadın, bu merhameti sebebiyle affedilerek cennetlik olmuştur. Buna mukâbil, kedisinin açlığına aldırış etmeyen ibadet ehli bir kadın da bu merhametsizliği sebebiyle cehennemlik olmuştur.10
Sahâbe-i kiramdan Enes bin Mâlik (r.a.) şöyle buyurmuştur:
“Siz, kıl kadar bile önemsemediğiniz birtakım işler yapıyorsunuz ki, biz onları, Rasûlullah (s.a.) zamanında helâk edici büyük hatalardan sayardık.” (Buhârî, Rikak, 32)
Zira onlar, gönüllerindeki Allah sevgisi ve korkusu sebebiyle, küçük günahları bile büyük bir kayıp, hattâ mânevî bir helâk sebebi sayarlardı. Çünkü onlar, hatânın küçüklüğüne değil, emrine karşı gelinen Allâh’ın büyüklüğüne dikkat kesilmişlerdi.
Demek ki kâmil bir mü’min olabilmek için, sadece farzların îfâsı ve haramlardan sakınmak yeterli değildir. Îman heyecanıyla dolu bir gönül hassâsiyeti de gereklidir. Nitekim merhum pederim Mûsâ Efendi (r.aleyh) bu hususta şöyle buyurmuşlardır:
“Çok kimseler, namazlarını kılmak ve oruçlarını tutmakla dînî vazifelerini edâ ettiklerini sanarak müsterihtirler. Ancak bu kâfî değildir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riâyet ve tâzimle beraber, mahlûkâtına da şefkatli olmak gerekir. Bu da ancak, fedakârlık ve samimî bir hizmetle elde edilir. Akl-ı selîm sahibi her müslümanın, farzları edâ edip haramlardan kaçındıktan sonra dikkat edeceği husus, müslümanlığa, topluma ve bütün mahlûkâta hizmet edip faydalı olmasıdır… Çünkü bu sayılanlar, farzların tamamlayıcısı ve Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nden cüzlerdir…”11]
Sözlerimize İmâm-ı Rabbânî Hazretleri’nin şu güzel niyâzı ile nihâyet verelim:
“Allah Teâlâ, siyah-beyaz bütün ırklara gönderilen Beşeriyetin Efendisi (s.a.) hürmetine bizi ve sizi yaşanmayan sözden, amelsiz ilimden kurtarsın.”12
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Kişmî, Berekât, s. 197. 2) Ebû Dâvûd, Sünnet 6, hd. n: 4604, 4/200; İbn-i Mâce, Mukaddime 2, hd. n: 12, 1/6; Tirmizî, İlim 10, 2663, 2801; 5/37; Ahmed bin Hanbel, 6/8. 3) İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımaşk 1979, s. 30. 4) Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî İlmi’r-Rivâye, el-Medînetü’l-Münevvere, el-Mektebetü’l-İlmiyye, s. 121. 5) Bkz. el-Ahzâb, 72. 6) Kuşeyrî, Risâle, s. 57, 416-417. 7) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 172, no: 266. 8) Buhârî, Deavât, 68. 9) Kişmî, Berekât, s. 198; Ebû’l-Hasan en-Nedvî, İmâm-ı Rabbânî, s. 180-181. 10) Bkz. Müslim, Selâm, 151-153. 11) Bkz. Sâdık Dânâ, Altınoluk Sohbetleri, III, 117, 167; V, 78-79. 12) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, I, 159, no: 23.
İnsan doğduğu zaman, bulanık bir me’hazdan geldiği hâlde, mis gibi kokar; gözlere aydınlık, gönüllere ferahlık verir. Bu, onun mâsumiyet ve günahsızlığının getirdiği bir letâfet ve nezâfetin eseridir. Cenâb-ı Hak da bizim, dünyaya gönderildiğimiz gibi tertemiz kalmamızı, nezih bir hayat yaşayıp lekesiz bir amel defteriyle, yine tertemiz bir hâlde kendisine dönmemizi istiyor. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:
“(İnsanların dirileceği) o gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allâh’a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” (eş-Şuarâ, 88-89) buyuruyor.
Böylece biz kullarından kabul edeceği en kıymetli hediyenin, “kalb-i selîm” olduğunu beyân ediyor.
Kalb-i selîm; tezkiye edilmiş, arınmış, incelmiş, rafine olmuş, tertemiz bir kalp… Bu ne ile olacak? Tabiî ki, günah ve mâsiyetlerin kirinden, nefsânî ihtirasların kasvetinden kalbi muhâfaza ederek. Hasbe’l-beşer/insanlık îcâbı, kendimizi koruyamadığımız günah kirlerini de, derhâl nedâmet gözyaşlarıyla yıkayıp bilhassa seherlerde tevbe ve istiğfâr ile temizleyerek… Huzûr-i ilâhîye yüz aklığı, gönül huzuru ve müsterih bir vicdanla çıkabilme gayretiyle, takvâ ehli bir kul olarak…
Zira Cenâb-ı Hak, kullarını, saâdet ve selâmet yurdu olan Cennet’e dâvet ediyor. Lâkin Cennet, letâfet diyarıdır. Oraya ancak, kesâfetten arınmış, yani günah kirlerinden temizlenerek latîf hâle gelmiş olanlar kabûl edilirler. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkate şöyle işâret buyruluyor:
“Rab’lerine karşı gelmekten sakınanlar ise, bölük bölük Cennet’e sevk edilir, oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara; «Selâm size! Tertemiz geldiniz. Artık ebedî kalmak üzere girin buraya!» derler.” (ez-Zümer, 73)
Dolayısıyla bugün imkânımız varken, günah ve mâsiyet kirlerinden arınmaya mecbûruz. Gençlik ve sıhhate güvenerek tevbe ve istiğfârı sonraya ertelemek, mânen helâk sebebidir. Bu hakîkate işâretle Muhammed Mâsûm Sirhindî (r.aleyh) genç talebelerine şu nasihatte bulunur: 
“Yavrum! Ömrün en kıymetli zamanı, gençlik günleridir. İnsanın güçlü - kuvvetli, âzâlarının sağlam olduğu bu günler geçer ve ömrün en zayıf vakti gelip çatar. Ne yazıktır ki insanlar, en şerefli kazanç olan mârifetullâh’ı, gelip gelmeyeceği belli olmayan ihtiyarlık vaktine havâle ederler. Ömrün en şerefli vakitlerini, en rezil şey olan hevâ ve hevese sarf ederler. Unutma ki; «Yarın yaparım diyenler helâk oldu!».”2
Bunun için Cenâb-ı Hak bize fırsat eldeyken sık sık tevbe ve istiğfârı emrediyor. Zira her günah, kalbi karartan bir lekedir. Bu lekeler çoğaldıkça, sonunda kalp, kasvet ve mâsiyet karanlığına gömülür. Büsbütün hatâsız bir kul olabilmek, hiçbir beşer için mümkün olmadığından, insanoğlu için, sürekli bir mânevî temizlenme gayreti içinde bulunmak şarttır. Nitekim âyet-i kerîmede Yüce Rabbimiz:
“…Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.” (el-Bakara, 222) buyuruyor. Yani Allah Teâlâ, zâhirî temizlikle dışlarını, tevbe ve istiğfâr ile de iç âlemlerini temizleyen kullarını sevdiğini beyân ediyor.]
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur:
“Yüce mertebelere ulaşan Hak dostları, ihlâsla yaptıkları amelleri yanında, nefislerini de tezkiye ettikleri için yükseliyorlar.”3
[Mânevî terbiyeden geçmemiş ham bir nefs ile yapılan ameller, ne kadar ihlâsla îfâ edilmiş sanılsa da, sûrîdir, şeklîdir; huşû, huzur ve gönül feyzinden uzaktır. Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri:
“Nefs-i mutmainneye kadar yapılan ibâdetler ve kulluk, taklidîdir. Nefs-i mutmainnede ise bunlar taklidden tahkîke dönüşür (yani kemâle erer).” buyurmuştur.
Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur:
“Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsânî arzularını yakmalısın!”
Yani nefsin aşırı arzularını, riyâzat ve mücâhede ateşiyle yakıp onu rûhun enerjisi kılmak gerekir. Hakîkaten nefs, terbiye edilerek ayak altına alındığında, sahibini âdeta mîrâca yükselten bir vâsıta olur. Fakat bunun aksine, ham hâliyle bırakılıp baş üstünde taşınırsa, insanı aşağıların en aşağısına düşüren bir mânevî iflâs sebebi olur.
Nefs, tezkiye edilip benlik aradan çıkarılmadığı müddetçe, ibadet, muâmelât ve hizmetlere, gurur, kibir ve enâniyet başta olmak üzere, pek çok nefsânî gâyenin karışma tehlikesi kuvvetle muhtemeldir. Nitekim Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın, beyhûde bir gayret olduğunu ifâde eder. Bu sebeple sâlih amellerin Hak katında makbul olabilmesi için, evvelâ nefsin ham vasıflarından kurtulmak zarûrîdir.
Bu itibarla her insanın nefs terbiyesinden geçerek “mutmainne” ve üstü mertebelere ulaşmak için gayret göstermesi elzemdir. Bu terbiye neticesinde îman ve ahlâkın seviye kazanması, ibadetlerin de makbûliyetine zemin hazırlar.
Bu hususta Sâmi Efendi Hazretleri şöyle buyurmuşlardır:
“Hakîkî mânâda İslâm’a girebilmek, nefs-i emmâreyi bertarâf etmeye ve ilâhî emirlere tâbî olmaya bağlıdır. Binâenaleyh, nefs-i mutmainne’ye ermeden evvel, yalnız kalbî tasdîk ile meydana gelen İslâm’a, «İslâm-ı mecâzî» derler. Nefs, mutmainne makâmına erdikten sonra olan îmâna da, îmân-ı hakîkî denir.”4
Bu bakımdan mânevî terbiye ile nefsin ham vasıflarından kurtularak rûhu inkişâf ettirmek şarttır.]
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur:
“Nasıl ki namaz ve oruç farzdır, îfâsı mecbûrîdir, aynı şekilde gönülden kibri, hasedi ve hırsı bertarâf etmek de zarûrîdir.”5
“Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, yani kibir, haset ve riyâ gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsâade edebiliyorsun?!”6
[Mü’min, dînin zâhirî ve bâtınî hükümlerine riâyet neticesinde kemâle erer. Nasıl ki dînin, abdest, namaz, oruç, zekât gibi zâhirî farzları varsa; güzel ahlâk, temiz bir vicdâna sahip olmak, merhamet, şefkat, fedâkârlık, ihlâs ve takvâ gibi bâtınî farzları da vardır.
Aynı şekilde, nasıl ki dinde içki, zinâ, kumar, fâiz gibi zâhirî haramlar varsa; gurur, kibir, riyâ, ucub, pintilik, haset, sûizan gibi bâtınî haramlar da bulunmaktadır.
Âyet-i kerîmede; “Günahın zâhirîsini (açığını) da, bâtınîsini (gizlisini) de terk edin!..” (el-En‘âm, 120) buyruluyor. Yani mü’minin, zâhirî haramlardan uzak durması zarûrî olduğu gibi, rûhuna zehir saçan bâtınî haramlardan sakınması da öylece zarûrîdir. Hattâ nice bâtınî haram, -mânevî hayattaki neticesi bakımından- zâhirî haramlardan daha tehlikelidir. Nitekim bunun bir misâli kabîlinden Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennet’e giremez…” (Müslim, Îmân, 147)
Görüldüğü üzere, bâtınî günahları kalpten kazıyıp atabilmek, en az zâhirî günahlardan sakınmak kadar mühimdir. Ayrıca hırs, haset, kibir, ucub, riyâ gibi bâtınî haramlar, ekseriyetle hafife alınarak daha fazla işlenmektedir. Hâlbuki mânevî hayatın kanseri olan bu gibi çirkin huylardan korunmak da elzemdir.]
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur: 
“Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz; çok infâk ediniz, az yiyiniz; başınızı yastıktan uzak tutunuz!”7
[Tasavvufî terbiyede, mânen olgunlaşmak için tatbik edilen bâzı usûller vardır. Bunlar; riyâzet, yani nefsin hoşuna giden şeylerden el çekmek ve mücâhede, yani nefsi, hoşlanmadığı bâzı zorluklarla terbiye etmektir. Bu aynı zamanda, ilâhî ve nebevî bir nefs terbiyesi metodudur:
Nitekim sahâbe-i kiramdan Abdurrahman bin Avf (r.a.) buyurur ki:
“İslâm, nefse hoş gelmeyen zor emirler getirmişti. Biz, hayırların en hayırlısını, nefislerin hoşlanmadığı bu zor emirlerde bulduk. Meselâ Rasûlullah (s.a.v.) ile Mekke’den çıkıp hicret etmiştik. Nefsimize zor gelen bu hicretimizle, bize fazîlet ve zafer bahşolundu. Yine Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de:
«Nitekim pek yerinde ve gerekli bir iş için Rabbin Sen’i evinden çıkardığı zaman, mü’minlerden bir kısmı bundan hoşlanmamıştı. Gerçek apaçık meydana çıktıktan sonra bile, onlar bu hususta Sen’inle münâkaşa ediyorlardı; sanki gözleri göre göre ölüme sevk ediliyorlardı.» buyurarak târif ettiği hâl üzere, Allah Rasûlü’nün yanında Bedir’e çıkmıştık. Allah Teâlâ burada da bizler için fazîlet ve zafer lûtfetmişti.
Velhâsıl biz, en büyük hayırlara hep böyle nefsimize zor gelen emirler sâyesinde ulaşmıştık.” (Heysemî, VII, 26-27)
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri’nin dikkat çektiği hususlar da, nefsânî ihtirasları kırarak rûhâniyeti inkişâf ettirmek için mürâcaat edilen terbiyevî usullerdendir. Bunlara kısaca temas edecek olursak:
Çok ağlayınız, az gülünüz;
Dünyevî sevinçlerle haddinden fazla gülüp neşelenmek ve taşkınca kahkahalar atmak, insana önündeki ölüm, kabir, diriliş, hesap, sırat gibi çetin menzilleri unutturur. Bu ise kalplerin incelik ve hassâsiyetini giderir, gönül feyzini yok eder. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hak:
“Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! Ve siz, gaflet içinde oyalanmaktasınız.” (en-Necm, 60-61) îkâzında bulunmuş ve diğer bir âyet-i kerîmede;
“Yaptıklarının cezâsı olarak, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (et-Tevbe, 82) buyurmuştur.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz de:
“Şâyet benim bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız.” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)
Yine Efendimiz (s.a.v.) bir gün, gülmekte olan bâzı insanlara rastlamıştı. Onlara:
“–Cennet ve Cehennem’den bahseden Kitap aranızda olduğu hâlde siz gülüyor musunuz?!” buyurdular.
Oradakilerden hiçbirini, vefât edinceye kadar bir daha gülerken gören olmadı. (Heysemî, X, 307)
Hak dostu Mevlânâ Hazretleri ne güzel söyler:
“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!..”
Çok susunuz, az konuşunuz;
Ağzımıza giren her lokma gibi, ağzımızdan çıkan her kelimeye de dikkat etmeliyiz. Zira insan, her konuştuğundan mes’ûldür.
Nitekim bir gün Muâz bin Cebel (r.a.), Peygamber Efendimiz’e, hangi ameli işlemenin daha hayırlı olacağını sormuş ve bu meyanda pek çok amel-i sâlih saymıştı. Fakat Efendimiz (s.a.v.), her seferinde:
“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” buyurmuştu. Muâz (r.a.):
“–Anam, babam Sana kurban olsun, insanlar için bunlardan daha hayırlı olan nedir?” diye sorunca Efendimiz (s.a.v.) ağzını gösterdi ve:
“–Hayır konuşmayacaksa susmak!” buyurdu. Muâz (r.a.):
“–Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.), Muâz’ın dizine hafifçe vurarak şöyle buyurdu:
“–Allah hayrını versin ey Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya hayırlı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin! Sizler hayırlı söz söyleyerek kazançlı çıkınız; zararlı söz söylemeyerek rahat ve huzûra kavuşunuz.” (Bkz. Hâkim, IV, 319/7774)
Yine Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:
“Rabbim bana sükûtumun tefekkür olmasını emretti.”8 buyurarak, sükûtu da bir ibâdet vecdiyle yaşamanın lüzûmuna işâret etmişlerdir.
Hakîkaten, nefsâniyet dizginlenip rûh inkişâf ettikçe, gönlün ufku genişlemeye başlar. O mü’min artık her şeye; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) âyetinin sırrıyla, ibret nazarıyla bakar. Baktığı her şeyde de ilâhî kudret tecellîlerini görerek kalben Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olur.
Cenâb-ı Hak bizi öyle bir imtihan dershânesinde halk etti ki, her şey bize O’nu hatırlatıyor. Bunun idrâk edilmesi için, gönülden gaflet perdesinin kaldırılması zarûrîdir. Bu hususta şu hâdise ne kadar ibretlidir: 
Tâbiîn neslinin büyük şahsiyetlerinden Ebû Vâil (r.aleyh) anlatıyor:
“Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) ile yola çıktık. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk. Abdullah (r.a.) durup ateşin içindeki demire bakmaya başladı. Rebî de ateşe baktı ve yere düşecek gibi oldu. Sonra Abdullah oradan ayrıldı. Fırat sahilinde bir fırının önüne geldik. Abdullah (r.a.) fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce: 
“Cehennem ateşi uzak bir mesafeden onları görünce, onun öfkelenişini (müthiş kaynamasını) ve uğultusunu işitirler. Elleri boyunlarına bağlı olarak Cehennem’in daracık bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler.” (Furkan, 12-13) âyet-i kerîmesini okudu.
Bunun üzerine Rebî (r.aleyh) bayıldı. Onu taşıyarak âilesine götürdük. Abdullah (r.a.) öğlene kadar başında bekledi ama Rebî ayılmadı. Akşama kadar bekledi de Rebî nihâyet ayılabildi...” (Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)
Cenâb-ı Hak bizi sık sık kıyâmeti tefekküre dâvet ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa son üç cüzünde hep kıyâmetten haber verilmektedir. Yeryüzü ne olacak, semâvât ne olacak, insanlar ne hâle gelecek?.. İşte bu hakîkatlerin tefekküründe yoğunlaşarak takvâda merhale almaya gayret etmeliyiz.
Çok infâk ediniz, az yiyiniz;
Mü’min, kifâyet miktarıyla yetinip ihtiyaç fazlasını infâk etmeli, kendisi için kifâyet miktarını belirlerken de insaflı davranmalıdır. Her şeyde olduğu gibi bu hususta da Allah Rasûlü’nü, ashâb-ı kirâmı ve İslâm büyüklerini kendine örnek almalıdır. Toplumun umûmî kabullerini ölçü almak yerine, asr-ı saâdet toplumuna bakarak hâlini mîzân etmelidir.
Abdullah Dehlevî Hazretleri, az yemek husûsunda şu güzel teşbihte bulunur:
“Dünya hayatı bir gündür, o bir günde de oruç tutmamız lâzımdır.” 9 
Yani nefsimizi günahlardan ve aşırılıktan alıkoymamız îcâb eder.
Ayrıca Allâh’a muhabbetimizin göstergesi, O’nun yolundaki fedakârlığımızdır. Âyet-i kerîmede ise gerçek fedakârlığa şöyle işâret buyrulur:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça «birr»e (hayrın kemâl noktasına) eremezsiniz...” (Âl-i İmrân, 92)
Başınızı yastıktan uzak tutunuz;
Yani uykunun esiri olup da iç dünyanızı hantallaştırmayınız!
Cenâb-ı Hak, ilâhî mükâfatlarla müjdelediği bahtiyar kulları hakkında şöyle buyuruyor:
“O müttakîler, geceleri pek az uyurlar, seher vakitlerinde de istiğfâra devam ederlerdi.” (ez-Zâriyât, 17-18)
Hazret-i Süleyman (a.s.)’a da annesi şu nasihatte bulunmuştur:
“–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zira geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır!” (İbn-i Mâce, İkâmet, 174)]
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur:
“«Amel işlemen gerekmez!» demiyorum. Lâkin yaptığın ameli acaba sen mi yapıyorsun, yoksa sana yaptırılıyor mu, bunu bilmen gerekir. Aslında kul, Allâh’ın sermâyesiyle ticaret yapmaktadır. Sermâyeyi Allâh’a verip gittiğinde, evvel de Allah, âhir de Allah, ortası da Allah’tır. Ticaretin O’nun sâyesinde kâr eder, senin sâyende değil! Pazarda kendisi için pay görene, oraya yol yoktur.”10
[Kulluk edebi; hatâ ve kusurları nefsinden, bütün muvaffakıyetleri ise Allah’tan bilmeyi gerektirir.
Unutmamalıyız ki hepimiz yoktan var edildik. Var olmak için ve milyonlarca varlık içinde eşref-i mahlûkat olan “insan” kılınmak için bir bedel ödemedik. Rabbimiz bize farkında olduğumuz ve olmadığımız sayısız lûtuflarını meccânen ve keremen ihsân eyledi.
O’na şükür için yaptığımız ibadet, tâat, hizmet ve amel-i sâlihler de O’nun bize bir lûtfu. Zira O bize bu yolda güç ve imkân verdiği için biz bunlara muvaffak kılınıyoruz. Dolayısıyla kendimize âit hiçbir sermâyemiz yok. Sırf Allâh’ın bize verdikleriyle, O’nun rızâsını celbetmeye çalışıyoruz.
Bir düşünelim: Cenâb-ı Hak bize göz nîmetini lûtfetmese biz nasıl görebilirdik? Vücûdumuza güç-kuvvet vermese biz nasıl bir şeyler elde edebilirdik? Bize tefekkür melekelerini vermese nasıl düşünebilirdik?.. 
Velhâsıl, elimizde ne kadar güç ve sermaye varsa hepsi Cenâb-ı Hakk’a âit. Bu sebeple bir müslümanın lügatinde “ben” olmayacak. Gönlünde benlik dâvâsı bulunmayacak. Kulluğunu unutmayacak. Elindeki bütün nîmetleri Hak’tan bilecek; “Ben yaptım, ben kazandım!” demeyip dâimâ; “Sen lûtfettin yâ Rabbi; bu, Rabbimin fazlındandır!” diyecek…
Rivâyete göre Cenâb-ı Hak, Hazret-i Mûsâ’ya:
“Firavun’a git; çünkü o iyice azdı...” (Tâhâ, 24) buyurduğu zaman Mûsâ (a.s.), âile efrâdını ve davarlarını zâhirde emânet edeceği bir kimse olmadığından:
“–Yâ Rabbî! Ev halkım ve davarlarım ne olacak?” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
“–Ey Mûsâ! Ben’i bulduktan sonra başka ne istersin? Sen Ben’im emrimi edâya koş! Bana bağlan ve teslîmiyet göster! İstersem, kurdu koyunlarına çoban eder ve meleklerimi de âilene muhâfız kılarım.
Ey Mûsâ! Nedir bu düşündüğün? Annen Sen’i denize bıraktığı zaman Sen’i kim kurtardı? Bundan sonra Sen’i annene tekrar kim kavuşturdu? Hani sen, birini kazâ ile öldürmüştün de Firavun Sen’i aramaya koyulmuş ve öldürmeye azmetmişti; o vakit Sen’i ondan kim muhâfaza etti?..”
Mûsâ (a.s.) bu sözleri hem dinliyor, hem de her cümlenin sonunda:
“–SEN, SEN, SEN YÂ RABBİ!..” diyordu.11]
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur:
“Allah Teâlâ şu dört şey hususunda kuluna hitâb eder: Beden, dil, kalp ve mal. Bedeni hizmete, dili zikre vermek kâfî değildir! Kalben Cenâb-ı Hak’la beraber olup malını da Allah yolunda cömertçe sarf etmedikçe bu vuslat yolunda mesâfe alamazsın!”12
[Hak Teâlâ’nın biz kullarından istediği, dâimâ kendisiyle olan bir kalb-i selîmdir. Bu yüzden, bedenimizin Allah yolunda hizmetle, dilimizin de zikirle meşgul bulunması, elzem olmakla birlikte kâfî değildir. Gönlümüzün de her dâim Allah ile olması ve bu sâyede varlık ve benlik dâvâsından vazgeçerek, her şeyin gerçek sahibinin Allah olduğu idrâkinde derinleşmesi zarûrîdir. Allâh’ın lûtfettiği nîmetlerden, yine O’nun rızâsı için fedâkârlıkta bulunmak sûretiyle de, bu kalbî yakınlığın gerektirdiği hâl ve davranışları hayatımızda sergilememiz îcâb eder.
Meselâ zekât, dînen zengin sayılan her mü’min için, asgarî bir fedâkârlık ölçüsüdür. Fakat insan, sevdiğine, sevgisi ölçüsünde fedâkârlıkta bulunur. Bunun bir misâli sadedindeki şu hâdise ne kadar hikmetlidir:
Fakihlerden biri, imtihan etmek maksadıyla Şeyh Şiblî Hazretleri’ne zekâtta malın ne kadarının infâk edilmesi gerektiğini sorar. Hazret:
“–Bunun cevâbını fakihlerin mezhebine göre mi, yoksa Hak âşıklarının meşrebine göre mi istiyorsunuz?” der. Fakih:
“–Her ikisine göre de olsun.” deyince Hazret şu cevâbı verir:
“–Fakihlerin mezhebine göre, meselâ iki yüz dirhemin, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, kırkta birine tekâbül eden beş dirhemini vermek gerekir. Âşıkların meşrebine göre ise, derhâl iki yüz dirhemin iki yüzünü de verip bir de «yakayı kurtardım» diye şükretmek gerekir.” 
Fakih der ki:
“–Biz bu mezhebi âlimlerimizden öğrendik.”
Buna mukâbil Şeyh Şiblî Hazretleri de şöyle buyurur:
“–Biz de bu meşrebi Ebû Bekir Sıddîk Efendimiz’den öğrendik. O, nesi var nesi yoksa hepsini Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz’in önüne koydu…”
Dolayısıyla bizler de dâimâ Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lûtuflarını, merhametinin büyüklüğünü, ihsan ve ikrâmının azametini tefekkür ederek, imkânlarımız nisbetinde O’nun kullarına infak ve ihsân etmeye gayret göstermeliyiz. Zira âyet-i kerîmede; “…Allah sana ihsân ettiği gibi, sen de (insanlara) ihsân et!..” (el-Kasas, 77) buyrulmaktadır.]
Cenâb-ı Hak cümlemizi, elinden, dilinden, hâlinden, kalinden, velhâsıl maddî-mânevî bütün imkânlarından rızâ-yı ilâhîsi yolunda infâk edebilen, cömert, fedâkâr ve hizmet ehli kullarından eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1) Harakanî, Nûru’l-Ulûm, s. 258. 2) Muhammed Mâsûm, Mektûbât, I, 63, no: 65. 3) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 622. 4) Mahmud Sâmi Efendi, Musâhabe, İstanbul 2008, I, 127-129. 5) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 629. 6) Harakanî, Nûru’l-Ulûm, s. 239. 7) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 630. 8) Bkz. İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, XVI, 252, hadis no: 5838. 9) Raûf Ahmed Müceddidî, Dürrü’l-Meârif, İstanbul 1998, s. 143. 10) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 625. 11) Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337. 12) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 631.Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri buyurur: 

“Dünyada en üstün ve değerli şey; her zaman ve mekânda Allâh’ın zikriyle dolu bir gönüldür.”1
[Göklerde ve yerde bulunan bütün varlıklar, Allâh’ı kendi dillerince zikrederler. Allah Teâlâ, bu hakîkati âyet-i kerîmede şöyle beyan buyurur:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız…” (el-İsrâ, 44)
Bundan dolayıdır ki bülbüllerin bir damlacık yüreklerinden dökülen feryat nağmeleri, kumrulardan yükselen “hû, hû”lar, leyleklerin “lek, lek”leri, ârif kullar nazarında hep duygu dolu birer “zikir” te­zâhürüdür. Nitekim bu hakîkatin birer misâli sade­dinde, nebevî terbiye al­tında yetişen gü­zîde sahâbîlerden Abdullah ibn-i Mes’ûd (r.a.); “Biz boğazımızdan geçen lok­ma­la­rın tesbihlerini duyar hâ­le gelmiştik!” buyurmuştur.2 Yine Hak dostlarından Hüdâyî Hazretleri; koparmak için uzandığı bütün çiçeklerin kendi dillerince Hakk’ı tesbîh ettiklerini işitmiş ve hiçbirini koparmaya kıyamamış, neticede üstâdına ancak, sapı kırılmış olduğu için zikri bitmiş bulunan bir çiçeği takdim edebilmiştir.
Yani kâinattaki ilâhî nizam gereği, insanlar ve cinlerin dışındaki canlılardan zikri bitenin, ömrü de biter. Bu demektir ki, Allah Teâlâ’nın yarattığı bütün canlılar için hakîkî hayat; zikrin feyiz ve bereketiyle geçen hayattır. Dolayısıyla Allâh’ı unutan bir kalp, zâhiren yaşıyor olsa da, hakîkatte ölü demektir. Zikrin, kalpler üzerindeki bu hayâtî ehemmiyetine dâir, Sâmi Efendi Hazretleri de şöyle buyurmuşlardır:
“Hakîkî hayat sahibi, ancak kalbi diri olan kimsedir. Çünkü kalp, Beytullah’tır (nazargâh-ı ilâhîdir). Orada Allah muhabbeti ve zikri yoksa, o kalp ölüdür…”3
Gaflet ve kasvete müp­telâ bir kalbin en tesirli ilâcı, “zikrullah”tır. Nite­kim âyet-i kerîmede:
“...Bilesiniz ki kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle it­mi’nâna (hakîkî huzûra) erer!” (er-Ra‘d, 28) buyrulmaktadır.
Öte yandan, sırf dil ile zikretmek kolaydır. Lâkin Rabbimiz’in biz kullarından asıl murâdı; zikrin feyziyle dolarak dâimâ Allah ile beraberliğin şuur ve idrâki içinde bulunan, rakik, hassas ve ârif bir kalptir.
Es‘ad Erbilî Hazretleri, bu keyfiyette bir zikir hâlinde bulunmayı, hattâ zikri sadece dil ve kalbe değil, vücûdun bütün zerrelerine yayabilmeyi, mânevî evlâtlarına şöyle tavsiye buyurmuşlardır:
“Bir insana gusül gerektiğinde nasıl ki vücûdunun her yerini, hattâ her noktasını yıkaması lâzım ise, gönül âlemini tasfiye etmek isteyen bir kişinin de bütün letâifleriyle, hattâ vücûdunun her zerresiyle zikretmesi zaru­rîdir.”4
“Cenâb-ı Hak, kalp gözünüzü nurlandırsın! Nasıl ki gül yaprağının her noktasında gül suyu mevcut ise, sizin kıymetli vücûdunuzun her zerresini de muhabbet ve dâimî zikrin hoş kokusuyla güzelleştirsin! Âmîn...”5
Cenâb-ı Hak âyet-i kerî­me­lerde:
“…Nerede olursanız o­lun, O sizinle beraberdir...” (el-Hadîd, 4)
“…Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız.” (Kâf, 16)
“…Şunu iyi bilin ki Allah, insan ile kalbi arasına girer…” (el-Enfâl, 24) buyurarak her an biz kullarıyla beraber olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla bu hakîkati idrâk etmiş bir mü’minin, hiçbir zaman Allah’tan gâfil kalması düşünülemez.
Bu hususta Şeyh Şiblî Hazretleri’nin şu kıssası ne kadar hikmetlidir:
Bir vâiz, kürsüde âhiret ahvâlini anlatmaktaydı. Cemaatin arasında Şeyh Şiblî Hazretleri de vardı. Vâiz efendi, Cenâb-ı Hakk’ın âhirette soracağı suallerden bahsederek:
“–İlmini nerede kullandın, sorulacak! Malını-mülkünü nereden kazanıp nereye harcadın, sorulacak! Ömrünü nasıl geçirdin, sorulacak! İbadetlerin ne durumda, sorulacak! Harama-helâle dikkat ettin mi, sorulacak!..”
Bunların ardından; “Şunlar şunlar da sorulacak!..” diye, hepsi de son derece mühim olan pek çok husus saydı. Fakat bu kadar tafsîlâtlı îzâha rağmen, meselenin özüne dikkat çekilmemesi üzerine, Şiblî Hazretleri yumuşak bir üslûpla vâize seslendi:
“–Ey vâiz efendi! Suallerin en mühimlerinden birini unuttun! Allah Teâlâ kısaca şunu soracak:
«Ey kulum! Ben seninleydim, sana şah damarından daha yakındım; fakat sen kiminleydin?!»”
İşte makbul bir kulluk için mühim olan da Cenâb-ı Hak ile kalbî beraberliği temin edebilmektir. Zira seven, sevdiğini unutmaz, onu çokça zikreder. Beşerî ve nefsânî hayatta bile insan neyi çok seviyorsa; meselâ evlâdını, malını, ticâretini vs. en çok ondan bahseder. Bu ölçü, bir mü’minin Allah muhabbeti hususunda kendisini mîzân edeceği bir ibret aynası gibidir. Kendimize sormalıyız: Fânî dünyanın devremülk oyuncaklarına olan kalbî alâkamız ne nisbette, buna mukâbil bizi yoktan var eden, varlıkların en şereflisi olan insanlardan kılan ve sayısız nîmetleriyle rızıklandıran Cenâb-ı Hakk’a karşı muhabbet ve rağbetimiz ne nisbette?!.
Bu hususta Müfessir İsmail Hakkı Bursevî’nin şu ifâdeleri ne kadar mânidardır:
“Bir kemik parçası olan kulağa işittiren, yağdan oluşan göz yuvarlağına gördüren, bir et parçası olan dili konuşturan; bitkileri meyve ve dâneleriyle, hayvanları etleri ve yağlarıyla, yeryüzünü ağaçları ve nehirleriyle, gökyüzünü yıldızlarıyla ve onların ışıklarıyla donatan; geceyi insanların dinlenmesine tahsis eden; gündüzleri sayısız nîmetlerinden dilediği kadarını lûtfeden Allâh’ın şânı ne yücedir!
Sen O’na lâyıkıyla kulluk edemediğin hâlde, O sanki senden başka bir kulu yokmuş gibi, seni terbiye edip beslemektedir. Sen ise kullukta sanki O’ndan başka bir (sığınak, barınak ve dayanağın) daha varmış gibi davranmaktasın. (Bu ne dehşetli bir gaflettir!)”6
Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bir gönül, Allâh’ın sevmediklerine aslâ meyledemez. Cenâb-ı Hak’la beraberliğin gönül feyzi kar­şı­sında, Allah’tan uzaklaş­tıran her şey, gözden ve gö­nülden düşer. Nasıl ki Gü­neş’ten aldığı huzmele­ri tek noktada toplayan bir mer­cek, altındaki çerçö­pü yakıp kül ederse, Hakk’ın zikrine lâ­yıkıyla tek­sîf olan bir gönül de, ku­lu Rabbinden uzaklaş­tıran bütün fısk u fü­cûr­dan, mâsivâdan ve mâ­lâ­yâ­nîden kendini korur. Bu ise kolay elde edilen bir neti­ce değildir. Zira bu, Cenâb-ı Hakk’ın zâhirî ve bâ­­tınî bütün emirlerine riâyet edip yine zâ­hirî ve bâtınî bütün nehiylerinden titizlikle sakınarak idrâk edilebilen, yüksek bir kulluk kıvâmıdır. Cenâb-ı Hakk’ın râzı olacağı bütün hâl ve davranışlar, işte bu kıvâma ulaşmış olan bir kulun en tabiî vasfı hâline gelir.
Bu itibarla gönül ne nisbette Rabbiyle beraberse, kul o nisbette istikâmet üzere demektir. Bunun aksine, Rabbini unuttuğu nisbette de hak ve hakîkat yolundan sapmış demektir. Dolayısıyla işin özü, zikrullah ve muhabbetullah ile yüksek bir kalbî seviyeye ulaşmaktır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere;
“Dâvud Peygamber şöyle duâ ederdi:
«Allâh’ım, Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i seven kişiyi sevmeyi, Sen’in sevgine ulaştıran ameli isterim. Allâh’ım, Sen’in sevgini bana kendimden, âilemden ve soğuk sudan (yani dünyanın en câzip lezzetlerinden) daha sevimli eyle.»” (Tirmizî, Deavât, 72)
Sevgisini kullarının kalbine lûtfedecek olan, Cenâb-ı Hak’tır. Allah Teâlâ, sevdiklerinin kalbine aşk ve muhabbetini bahşeder. Bu bakımdan dâimâ hamd, şükür ve zikirle, sâlih amellerle ve Allâh’ın sevdiklerine yakın olmaya çalışmak sûretiyle, Cenâb-ı Hakk’ın seveceği hâle ulaşmaya gayret etmeli ve bunun duâ ve ilticâsı üzere bulunmalıyız. Böyle bir niyet, gayret ve iştiyaktan uzak, gâfilâne geçirilen bütün vakitler, ömür takviminin çöpe atılmış altın yapraklarıdır. Allâh’ı unutarak geçirilen bütün zamanlar, âhiretin can yakıcı nedâmet ateşleridir…]
Ebû’l-Hasan Harakânî Hazretleri buyurur:
“Hak dostları dâimâ büyük bir hüzün içindedirler. Bunun sebebi, Cenâb-ı Hakk’ı şânına lâyık bir şekilde zikretmek isteyip de bunu yapamayışlarıdır.”7
[Müteâl, yani hayal öte­si mükemmellikte olan Cenâb-ı Hakk’ı şânına lâyık bir sûrette idrâk edebilmek ve yine O’na lâyık oldu­ğu şe­kilde mükemmel bir kul­luk­ta bulunabilmek, beşer tâ­katinin üzerindedir. Bu se­­bep­le mü’min, Hakk’a iba­det ve mârifet yolunda, elinden ge­len bütün gayretini gös­ter­mek­le birlikte, amellerini dâ­imâ noksan ve kusurlu görmelidir. Ayrıca Cenâb-ı Hak’tan kusur ve nok­sanlarının affını, ibadetle­rinin lûtfen ve keremen kabûlünü niyâz etmelidir. Hakk’a kulluk edebi bunu gerektirir.
Nitekim, Cenâb-ı Hakk’ın insanlıkta tecellî eden sanat hârikası olarak yarattığı ve emsalsiz bir örnek şahsiyet olarak beşeriyete armağan ettiği Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz bile, bu kulluk edebinden dolayı:
“…Allâh’ım! Sen’i lâyık olduğun şekilde medh ü senâdan âcizim! Sen kendini nasıl medh ü senâ etmişsen öylesin!”8 diyerek Rabbine ilticâ etmiştir.
Yine Efendimiz (s.a.), geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmış olduğu hâlde, ilâhî rahmetin sağanak sağanak yağdığı ve duâların makbul olduğu seher vakitlerinde uyumamış, mübârek ayakları şişinceye kadar, gözyaşları içinde namaz kılarak sabahlamış, Cenâb-ı Hakk’a karşı dâimâ kusur, acziyet ve hiçliğini îtiraf hâlinde, günde yetmiş kere, -hattâ bir rivâyete göre- yüz kere istiğfâr etmiştir.
Cenâb-ı Hak, zikre bir sınır tâyin etmeksizin şöyle buyurmuştur:
“Ey îmân etmiş olanlar! Allâh’ı çokça zikredin. Ve O’na sabah ve akşam tesbihte bulunun.” (el-Ahzâb, 41-42)
İşte nebevî ahlâktan lâyıkıyla hisse almış olan Allah dostları da bu ilâhî emre riâyet ederek, büyük bir kulluk edebi içinde Cenâb-ı Hakk’ı çokça zikrederler. Fakat ne kadar çok zikretseler de, bunun, Cenâb-ı Hakk’ın şân-ı ulûhiyyeti karşısında âdeta bir “hiç” hükmün­de olduğunu bilip gayret-i dî­niy­ye­le­rini daha da artırmaya çalışırlar. 
Zira kalbî duyuş ve hassâsiyeti artan bir kulun, Rabbinin azametini idrâki de ziyâdeleşir. Bu itibarla, az bir zikir ve iba­deti çok ve kâfî görmek, ancak bir gaflet işaretidir.]
Ebû’l-Hasan Harakânî Haz­retleri buyurur:
“Siz «Allah (c.c.)» derken, başka bir söz söyleyen kimse ile aslâ sohbet etmeyiniz!”9
[Allah Teâlâ’yı zikretmekten maksat, kalben O’nunla beraber olabilmektir. Yani dil, Hakk’ın es­mâ­sını telâffuzla meşgulken, gönül de bütün dikkatini Cenâb-ı Hakk’a teksif etmelidir. Zikrin feyz ve bereketine nâil olabilmek için; dilin söylediğini, gönül dili de tasdik ederek bunu dâimî bir şuur ve idrâk hâline getirmelidir. 
Bu hâle ulaşan Hak âşıklarını, artık hiçbir fânî, nefsânî ve dünyevî meşgale Allah’tan uzaklaştıramaz. Bu yüzden, değil zikir esnâsında Allah’tan gâfil kalmak, dünyevî meşgaleler esnâsında dahî gönlü Allâh’a verebilmek, halk içindeyken bile kalben Hak’la beraber olabilmek, her mü’minin gönül ufkunda bulunması gereken ulvî bir hedeftir.
Osmanlı devrinde yetişmiş olan büyük zât­lar­dan İmâm Birgivî Hazretleri’nin şu kıssası ne kadar mânidardır:
İmâm Birgivî Hazretleri, bir gün devrin Şeyhül­islâm’ının verdiği bir fetvâyı uygun bulmaz, fetvâ kağıdını imhâ eder. Bu durumu öğrenen Şeyhülislâm, İmam Birgivî Hazretleri’ni huzûruna davet eder.
İmâm Birgivî Hazretleri fetvâhâneye girdiğinde Şeyhülislâm namaza durmuştur. Fakat Birgivî Hazretleri namazda olan Şeyhülislâm’a selâm verir, sonra da bir köşeye geçip oturur. Namazını bitiren Şeyhülislâm, hayreti daha da artmış bir hâlde İmâm Birgivî’ye hitâben:
“–Be kardeşim, hem verdiğimiz fetvâyı imhâ edersin hem de namaz kılmakta olan birine selâm verilmeyeceğini düşünemeyecek kadar gaflet içindesin!” der.
Birgivî Hazretleri gâ­yet sa­kin:
“–Dediğiniz doğrudur, lâ­kin ben namaz kılana se­lâm vermedim ki…” der. Şeyhülislâm’ın:
“–Nasıl olur, ben namaz kılıyordum.” demesi üzerine de:
“–Hayır, siz namaz kılmıyordunuz.” karşılığını verir. Bunun üzerine Şeyhülislâm, hay­ret ve şaşkınlığı daha da artmış bir hâlde:
“–Namaz kılmıyorduysam, ya ne yapıyordum?!” diye sorar.
Birgivî Hazretleri muhâtabını irşad maksadıyla kerâmeten şu cevâbı verir:
“–Siz hakîkî mânâda namaz kılmıyordunuz. Zira o esnâda şu duvara bir pencere açıp açmamanın kararını vermekle meşguldünüz.”
Şeyhülislâm, bu cevap karşısında âdeta donakalır. Zira gerçekten de o sırada duvara pencere açıp açmamayı düşünmüştür. Bunun üzerine, Birgivî Hazretleri’nin ne kadar büyük bir mânâ üstâdı olduğunu anlar ve ellerine kapanıp affını diler.10
Namaz, Cenâb-ı Hak’la beraberliktir, en büyük zikir hâlidir. Bu zikri gafletle ziyân edip onun feyiz ve rûhâniyetinden nasipsiz kalmak, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeder. Bunun içindir ki âyet-i kerîmede:
“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarından gâfildirler.” (el-Mâûn, 4-5) buyrulmuştur.
Hâlbuki Rabbimiz, yalnızca ibadet esnâsında değil, her zaman gönüllerimizin zâkir hâlde bulunmasını arzulamaktadır. Gözlerimiz uyusa dahî kalbimizin uyanık olmasını dilemektedir. Nitekim âyet-i kerîmede; “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allâh’ı zikrederler…”11 buyrulmaktadır. Bu gönül kıvamına ulaşanlar, dâimî bir ibadet hâlinde yaşarlar. Onların oturup-kalkmaları, yiyip-içmeleri, hattâ istirahatleri bile ibadet ecrine nâil olur.
Nitekim İmâm-ı Rabbânî Hazretleri bu hakîkati şöyle ifâde buyurmuşlardır:
“Vakitlerimizi dâ­i­mâ Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye harcamalıyız. Alış­veriş bile olsa, yüce şerîate uygun olarak yapılan her iş, zikir kabûl edilir. O hâlde bü­tün hâl ve hareketlerimizde şer’î hükümlere riâyet edelim ki, bunların hepsi zikir sayılsın. Zi­ra zikir, gafleti berta­raf etmektir. Ne zaman bütün fiillerimizde İs­lâ­mî emir ve nehiy­lere uyar­sak, işte o zaman emir ve nehiylerin sahi­binden gâfil kalma­mış ve O’nu dâimâ zikretmiş oluruz.”12
Buna muvaffak olan kullarını, Cenâb-ı Hak şöyle müjdelemektedir:
“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar. Çünkü (o günde) Allah, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lûtfundan onlara fazlasıyla verecektir. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır.” (en-Nûr, 37-38)]
Ebû’l-Hasan Harakânî Hazretleri buyurur:
“İnsanlar ekseriyetle duâlarında şöyle derler: 
«Allâh’ım, üç yerde imdadımıza yetiş; can çekişirken, mezarda ve kıyâmette!»
Ben de diyorum ki; «İlâhî, her zaman im­dâdıma yetiş!»”13
[İbadetler, belli bir zaman içinde edâ edilir ve biter. Lâkin kulluk dâimîdir. Bu hakîkatten gâfil kalan bir insan; güçlü, sıhhatli, rahat ve emniyet içinde olduğu zaman, kendini ihtiyaçsız görmeye, büyüklenmeye, duâ ve ibadet vazifelerini ihmâl etmeye ve neticede Rabbini unutarak haddini aşmaya başlar. Başı dara düştüğünde ise o mağrur tavrından eser kalmaz, âdeta ıslak bir kâğıt gibi zayıflık ve acziyet içinde kalır.
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de insanoğlunun fıtratına ayna tutarak onun bu zaafını şöyle beyan buyurmaktadır:
“Gemiye bindikleri zaman, dîni yalnız O’na has kılarak (ihlâsla) Allâh’a yalvarırlar. Fakat onları sâlimen karaya çıkarınca, bir bakarsın ki, (Allâh’a) ortak koşmaktadırlar.” (el-Ankebût, 65)
“Denizde başınıza bir musîbet geldiğinde, O’ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolup gider. O sizi kurtarıp karaya çıkardığında, (yine eski hâlinize) dönersiniz. İnsanoğlu çok nankördür. O’nun, sizi kara tarafında yerin dibine geçirmeyeceğinden, yâhut başınıza taş yağdırmayacağından emin misiniz? Sonra kendinize bir koruyucu da bulamazsınız.” (el-İsrâ, 67-68)
İnsan, dâimâ güvenip dayanabileceği bir güç ve kudrete muhtaçtır. Her dâim sonsuz kuvvet ve kudret sahibi olan yegâne sığınak, barınak ve dayanak ise Cenâb-ı Hak’tır.
Bu hakîkate bîgâne kalan gâfillerse, ulaştıkları dünyevî muvaffakıyetlere ve sahip oldukları güç ve kudrete güvenerek kendilerini yenilmez, yıkılmaz ve ölümsüz görmeye, hattâ nefislerini putlaştırarak ilâhî kudrete baş kaldırmaya kadar gitmişlerdir. Tarihte bunun pek çok misâli vardır:
Meselâ 1912 yılında, okyanusu aşmak için yapılan Titanic adlı devâsâ gemi için, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz!” denildi. Gemi daha ilk seferinde bir buz dağına çarparak okyanusun derinliklerine gömüldü.
Yine 1986’da uzaya gönderilmek istenen ve Challenger yani “meydan okuyan” adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra gökyüzünde infilâk edip paramparça oldu.
Güç ve kudretine güvenerek tanrılık iddiasına kalkışan mağrur Nemrut, âdeta kendisiyle istihzâ edilircesine, cılız bir sinekle helâk edildi.
Kâbe-i Muazzama’yı yıkmak gibi çirkin bir maksatla Yemen’den yola çıkan mağrur Ebrehe, o zamanın tankları yerinde olan devâsâ fillerle takviye edilmiş azametli ordusuna çok güveniyor, kendisini hiçbir gücün durduramayacağını zannediyordu. Kendince Kâbe’yi yıkacak ve böylece in­sanlar ibadet ve ticâret için artık Yemen’e akın edecek, neticede Yemen’in ik­ti­­sâdî hayatı canlanacaktı. Lâkin yenilmez zannettiği ordusuyla Mekke yakınlarına ulaştığında, Cenâb-ı Hak onları çölden gelen as­lan­­larla, kaplanlarla, vahşi ca­na­varlarla değil, -kendi­leriyle istihzâ edercesine- kü­çücük kuşların attığı taşlarla, âdeta çiğnenmiş ekin yapraklarına döndürdü. 
Ne ibrettir ki Cenâb-ı Hak, zâlim Ebrehe’nin canını orada almadı. Onu, gurur, kibir ve azametle çıktığı Yemen’e yaralı olarak döndürdü. Yemenlilere Ebrehe’nin hakir ve zelil âkıbetini gösterdikten sonra, onu kahr-ı ilâhîsinin ibretli bir misâli hâlinde tarihin çöplüğüne gömdü.
Bunun gibi sayısız misallerle de sâbittir ki, Cenâb-ı Hakk’ın “mütekebbir” sıfatının ortaklığa tahammülü yoktur. Allah Teâlâ’nın azamet ve kibriyâ sıfatıyla yarışa kalkışan, Hakk’a karşı “Ben!” diyen zâlimler, “Bizden daha güçlü kim var?” diye övünen Âd ve Semûd gibi kavimler, Allâh’ın lûtfettiği güç ve kudreti kendi nefislerine izâfe ederek gurur ve kibir şımarıklığına kapılanlar, dâimâ ilâhî gazaba dûçâr olarak mahvolmuşlardır. Vaktiyle o mağrur zâlimlerin ihtişamlı sarayları üzerine doğan Güneş, bugün onların harâbeleri üzerine doğuyor...
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, insanı bu dünyada varlıkla da darlıkla da imtihan etmektedir. Kulun başı dara düştüğünde Rabbine yönelip yalvarması, buna mukâbil rahata kavuştuğunda ise kulluğunu unutması, büyük bir ihânet ve nankörlüktür. Bu itibarla, edep, tevâzû, hamd, şükür, rızâ ve duâ hâli, hayatın şartları değişse de mü’minin değişmez bir vasfı olmalıdır.
Bizler de, ebediyet yolculuğumuzun en çetin geçitleri olan; son nefes, kabir, kıyâmet, mîzan ve Sı­rat’ta Rabbimiz’in imdadımıza yetişmesini istiyorsak, bugün ilâhî emir ve nehiylere titizlikle riâyet ederek Cenâb-ı Hakk’ın yardımına lâyık hâle gelmeye gayret göstermeliyiz. Bilhas­sa ra­hatlık zamanlarında Rab­bi­miz’i daha çok hatırla­yıp kulluk edebi içinde vazifelerimizi güzelce îfâ etme­liyiz ki; zorluk ve meşakkat­lerle karşılaştığımızda, Rabbimiz de bizi hatırlayıp ilâ­hî nusret ve inâyetinden mah­rûm etmesin...]
Cenâb-ı Hak cümlemize, kulluk edebinin gerektirdiği şekilde yaşayabilme­yi; varlıkta şımarmayıp şükredebilmeyi, yoklukta şi­kâ­yet etmeyip sabredebil­me­­yi, her hâlükârda ilâhî tak­dirden râzı olup rızâ-yı ilâ­hî­sine nâil olabilmeyi nasip ve müyesser eylesin…
Âmîn!
Dipnotlar: 1) Câmî, Nefahât, s. 444. 2) Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25. 3) M. Sâmi Efendi, Hz. Yûsuf, s. 26. 4) M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 140, no: 112. 5) M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 100, no: 69. 6) Bkz. Rûhu’l-Beyan Kur’ân Meâli ve Tefsiri, c. 1, s. 89-90, Erkam Yayınları. 7) Harakânî, Nûru’l-Ulûm, s. 248. 8) Müslim, Salât, 222. 9) Câmî, Nefahât, s. 444. 10) Bkz. Naim Erdoğan, Dînî Hikâyeler (Nüzhetü’l-Mecâlis adlı eserden tercüme), sf. 267-268, Çile Yayınları, İstanbul, 1979. 11) Âl-i İmrân, 191. 12) İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, II, 540, no: 25. 13) Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ, s. 638.[Hak katında makbul bir kulluk hayatı yaşayabilmek için; ilim, amel ve takvâ bütünlüğü zarûrîdir. Kur’ân ve Sünnet bilinmeden kulluk istikâmetini muhâfaza edebilmek çok zordur. Fakat bilmek de tek başına kâfî değildir. Kur’ân ve Sünnet’i tatbik ederek takvâya ulaşmak elzemdir.

Nefs ve şeytânın hile ve tuzaklarına karşı kalbin istikâmetini koruyan en kuvvetli mânevî zırh, takvâ duygusudur. Takvâ, Allâh’ın rızâsını ve muhabbetini kaybetme korkusuyla, haramlardan ve hattâ şüphelilerden bile sakınmayı gerektiren, aynı zamanda ilâhî mîzandaki hesap endişesiyle, helâlleri bile riyâzat hâlinde kullanmaya sevk eden bir îman hassâsiyetidir.
İlmin gâyesi ve zirvesi, mârifetullah’tır; yani “Allâh’ı kalben tanıyabilmek”tir. Allâh’ı kalben tanıyan bir kul, aynı zamanda Allah’tan lâyıkıyla korkar. Nitekim; “…Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28) âyet-i kerîmesinde işâret edilen âlimler de, ilâhî kudret ve azameti idrâk ederek Cenâb-ı Hak karşısında kendi “hiçlik”, “yokluk” ve “âcizlik”lerini kavramış bulunan, takvâ sahibi âlimlerdir.
Dolayısıyla hâl ve davranışlarında takvâ tezâhürleri bulunmayan bir âlimin ilmi, özü itibâriyle İblis’in ilminden farksızdır. Çünkü İblis de yüksek bir ilim sahibiydi. Fakat takvâdan uzak olan bu ilmiyle, Allah katındaki yüksek mevkiini muhâfaza edemedi. Aksine bu ilim, onu gurur ve kibre sevk ederek enâniyetini palazlandırdı, böylece dalâlete düşerek Allâh’ın lânetine dûçâr olmasına sebep oldu. Yani İblis, ilmini ifsâda ve idlâle sermâye kıldı.
Demek ki ilim, onu kullananların kalbî durumuna göre faydalı veya zararlı olabilen, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra da kullanılabilir, şerre de âlet edilebilir.
Muhabbetullah, mârifetullah, ihlâs ve takvâ ile kalben seviye kat etmemiş bir insan, -ne kadar bilgili olursa olsun- ham kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla ilim tahsil edip, meselâ bir doktor olsa, insanlara şifâ tevzî edeceği yerde, menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir. Bir hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât oluverir.
Dolayısıyla gerçek ilim tahsili, sadece bilgileri zihne depolamak değildir. İlmin kişiye dünyada ve ukbâda fayda sağlaması için, o kimsenin mânevî terbiye neticesinde kalben seviye kazanması, vicdânının ve ahlâkının olgunlaşması zarûrîdir. Tasavvufun gâyesi de, nefsi tezkiye ederek kalbî istîdatları inkişâf ettirmektir. Çünkü ihtiraslarının esiri olan ham bir nefs, sahibi olduğu ilmi kolayca menfaatlerine âlet ediverir. Bir câhilin cehâletiyle yapamayacağı zulmü, elde ettiği ilimle kolayca işleyebilir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ibretli kıssaları nakledilen Kârun, Bel‘am bin Bâûrâ ve emsâli bedbahtlar da, ilim noksanlığından dolayı hak yoldan sapmadılar. Onlar da gayet bilgili kimselerdi. Lâkin bildikleri husûsunda “takvâ” sahibi değillerdi.
Sahâbe-i kiramdan Yezid bin Seleme el-Cûfî (r.a.) bir gün Peygamber Efendimiz (s.a.)’in huzûruna çıkarak:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Siz’den pek çok hadis işittim. Fakat sonradan işittiklerimin, önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana (hepsinin yerini tutacak) câmî bir söz söyleyiniz!” der.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.) şöyle buyururlar:
“ĞBildiklerin husûsunda Allâh’a karşı müttakî ol! (Bu sana yeter.)” (Tirmizî, İlim 19/2683)
Bir kulun her şeyi bilmesi mümkün değildir. Fakat bildikleri husûsunda takvâ sahibi olmak; kulun bilmediği hususlarda da ilâhî lûtfa mazhar olarak gönlünün hakka ve hayra meyletmesine, yahut bilmediklerini de öğrenmesine vesîle olur. Nitekim âyet-i kerîmede:
“…Allah’tan ittikâ edin (takvâ sahibi olun), Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir...” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır.
Müfessir Kurtubî, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle der:
“Bu âyette Allah’tan ittikâ edenlere, bizzat Allâh’ın ilim öğreteceği vaadi vardır. Yani takvâ sahibi olan kulun kalbine Cenâb-ı Hak, kendisiyle hakîkatleri idrâk edeceği ve hak ile bâtılı birbirinden ayırabileceği bir nûr ihsân eder.” (Kurtubî, III, 406)
Yani öğrendiklerinin muktezâsınca takvâ üzere yaşayan mü’min kulların temiz kalplerine, Cenâb-ı Hak, hikmet ve hakîkatlerden ilham esintileri lûtfeder. Fakat takvâdan uzaklaşarak kalplerini dünyevî ihtiraslara ve nefsânî arzulara esir edenler -velev ki ilim erbâbı bile olsalar- yanlış yollara sürüklenmekten kurtulamazlar.
Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”
Yani ilim, onları Allâh’a yaklaştıracağı yerde, uzaklıklarını artıran bir gaflet perdesine dönüşmüştür.
Şunu da ifâde edelim ki, bugün toplumda giderek yaygınlaşan yanlışlardan biri de, “ilim” anlayışının zihinlerde geçirdiği mânâ kaybıdır.
İlim, Cenâb-ı Hakk’ın sübûtî sıfatlarından biridir. Allah Teâlâ, mutlak ve küllî ilim sahibidir. Yani O’nun ilmi, olmuş ve olacak her şeyi kuşatmıştır. O’nun ilmi dışında kalan hiçbir şey yoktur.
İnsanoğluna verilen maddî ve mânevî bütün ilimlerse, Cenâb-ı Hakk’ın bu sıfatından sadece bir tecellî kırıntısıdır. Bu sıfatın insanlar üzerindeki tecellîsinden asıl gâye, kulun ilâhî kudret ve azameti lâyıkıyla idrâk ederek duygu derinliğine nâil olmasıdır. Bunun neticesinde kulda, her şeye ibret nazarıyla bakış tarzının meydana gelmesidir. Okuduğu, öğrendiği bütün ilimlerin hikmet tarafına da vâkıf olmasıdır.
Hâlbuki bugünkü ilim anlayışı, Allâh’ın kâinâta koyduğu maddî, zâhirî ve fizikî kânunların keşif ve tespitinden öteye geçmiyor. Böylece o kânunları yaratan Allâh’ı bilmek demek olan “mârifetullah” safhası, yani işin can damarı göz ardı ediliyor. Topluma ilâhî sanatın tezâhürleri anlatılıp bunların Sanatkâr’ı olan Allâh’a kalben intikâlin eğitimi verilmiyor. Böylece tek kanatlı bir kuş gibi, noksan ve yarım bir ilim anlayışı oluşturuluyor. Hâlbuki mâneviyattan mahrum şekilde tek taraflı verilen bir eğitim, noksandır. Eğitimde madde ve mânâ âhengi şarttır. Aksi hâlde insan, tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş gibi, aç bir kedinin lokması oluverir.
Bu yüzden Allâh’ın büyük bir emâneti olan evlâtlar “zülcenâhayn”, yani iki kanatlı olarak yetiştirilmelidir. Madde ve mânâ, beden ve ruh, akıl ve kalp âhengi içinde, dünya ve âhiret beraberce öğretilmelidir. Evlâtlarımız meslekî eğitimlerini en güzel bir şekilde almakla birlikte, mânevî değerlerini de kazanmalıdır. Fazîlet ve takvâ ehli, sâlih, edepli, vicdanlı, ahlâklı doktorlar, mühendisler, muallimler, işçiler, işverenler, memurlar, idâreciler… olarak yetişmelidir.
“–Evlâdım okusun da kendini kurtarsın.” diyen pek çok anne-baba, asıl kurtuluşun ebedî kurtuluş olduğunu öğretme yolunda aynı gayreti maalesef gösteremiyor. Nice dindar âile bile, ilim tahsilini, sırf dünyevî diploma kazanmaktan ibaret zannediyor. “Kadın-erkek herkese ilim öğrenmek farzdır”, “ilim Çin’de bile olsa gidip alın”, “âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir”, “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” gibi, ilme teşvik eden İslâmî hakîkatlerin mânâsını kendine göre yorumlayıp;
“–Benim oğlum - kızım da okusun, üniversiteyi bitirsin, yüksek lisans ve doktora yapsın, yurtdışında yabancı dil öğrensin, kariyer sahibi olsun, sonra maaşı dolgun bir iş bulsun, hem böylece kısmeti de açılır.” şeklinde anlıyor. Dünyevî ilim tahsiline ilâveten âhiretini kurtaracak ilmi de öğretme düşüncesi geri plânda kalıyor, hattâ bâzen hiç düşünülmüyor.
Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifâde ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırlardı. Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken:
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diye takdim etti. Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara:
“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.2
Bugün toplumda ekseriyetle maddî kaygılar ön plânda tutulduğu için, bu uğurda evlâtların mâneviyâtına zehir serpilmesine bile göz yumuluyor.
“–Oğlum-kızım Allâh’ın râzı olduğu bir ortamda ilim tahsil edebilecek mi, yoksa ihtilat ortamlarına girip mânevî hassâsiyetleri mi zedelenecek?” diye bir endişe duyulmuyor. Maalesef günümüzde, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, bu şuursuzluğa kapılmış birçok müslüman âile mevcut.
Hâlbuki niçin dünyaya geldik? Bir müddet sonra niçin dünyayı terk edeceğiz? Kabir ve sonrasında neler yaşayacağız? Bu hususlarda nesiller ekseriyetle câhil yetiştiriliyor. İlimle meşgul olarak Allah katında kıymetli bir iş yaptığını düşünen genç dimağlar, Kur’ân’ın medhettiği asıl ilmin muhtevâsından gâfil bırakılıyor. Evet, Kur’ân-ı Kerîm’de: “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyrularak “bilen”lerden olmak teşvik edilmektedir. Fakat aynı âyetin başında, gerçek mânâda bilenlerin, yani asıl “ilim” sahiplerinin şu üç vasfı da zikredilmektedir:
1) Seherlerde secde ederek ve kıyamda durarak ibadet etmek.
2) Âhiret endişesi içinde olmak. (Ebedî kurtuluş için gayret göstermek. Zira son nefesi îman selâmetiyle verebilmek husûsunda, peygamberler ve onların bildirdiği kimseler dışında hiç kimsenin bir garantisi yoktur.)
3) Rabbinin rahmetini ümîd etmek. (Duâ ve ilticâ hâlinde yaşamak. Zira bütün sâlih amellerimiz de, Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır.)
Şüphesiz ki dünyaya âhireti kazanmak için geldik. Cenâb-ı Hak, ilmi de bize Yüce Zât’ını tanımamız ve asıl hayat olan âhirete hazırlanmamız için bildiriyor. Allah katında kula kıymet kazandıracak ilmin aslî gâyesi, bu hakîkatlerin bilinip muktezâsınca yaşanmasıdır. Yani ilmin gâyesi, sırf dünyevî makam, menfaat, rahatlık ve güç elde etmek değildir. Çünkü fânî dünya hayatı, ebedî âhiret yolculuğundaki kısa bir merhaledir. Bizler dünyadan nasîbimizi unutmamakla birlikte, asıl âhiretimizi kazanmak için burada olduğumuzu da unutmamalı, ebedî saâdet ve selâmeti temin edecek ilimden gâfil kalmamalıyız.
Üniversiteyi bitirmiş, yüksek tahsil yapmış, bilgili, kültürlü nice gençler görüyoruz. Ne yazık ki Kur’ân ve Sünnet kültüründen haberleri yok. Yaptıkları tahsilin de, Kur’ân ve Sünnet’te medhedilen ilim olduğunu zannediyorlar. Hâlbuki insanın zihnini ve kalbini Allâh’a götürmeyen, O’nun kudret ve azamet-i ilâhiyyesini idrâke ulaştırmayan bilgiler, kişiye belki bu dünyada bir etiket ve apolet kazandırır, fakat ebedî hayatta kendisini müşkül duruma düşmekten kurtaramaz. Böyle tek taraflı bir ilim tahsili için verilen emekler, bir pırlantanın çöpe gitmesi gibi hazin bir talihsizliktir. İşte bu hakîkati çok geç olmadan anlayıp Hak katında makbul olduğu şekliyle ilim tahsiline gayret etmek îcâb eder.
Bilhassa dînî ilimlerin tahsilinde, öncelikle kalbe seviye kazandıracak mânevî terbiye ve takvâ eğitimine ağırlık verilmesi elzemdir. Zira kişiyi Hak katında makbul kılan, dînî tahsil diploması değil, kalbindeki takvâsıdır. Takvâdan uzak bir dînî tahsil, ilâhî hakîkatleri dahî dünyevî ve nefsânî kaygılarla değerlendiren “din âlimi” etiketli “din tahripçileri”nin ortaya çıkmasına zemin hazırlar. Bunlar da servet, şehvet ve şöhret gibi nefsânî ihtiraslara tamah ederek verdikleri fetvâlarda “Kitap ve Sünnet’e uyma” hassâsiyetini yitirerek “kitabına uydurma” menfaatçiliğine meylederler. Toplumun dînî eğitim noksanlığından doğan cehâletini fırsat bilerek, on tane doğrunun arasına kattıkları birer yanlışla, dînin hükümlerini eğip bükerler. İlme hizmet adı altında, toplumun îmânını ifsâd ederler. 
Tarih pek çok defa şâhit olmuştur ki, takvâ ehli olmayan din âlimleri, dînin hükümlerini kendi menfaatlerine göre te’vil etmekten çekinmemişlerdir. Menfaat umdukları fânîleri memnun etmeyi, Allâh’ın rızâsından daha ön plânda tutacak kadar alçalabilmişlerdir. Nitekim dinler tarihine bakıldığında, Yahudîlik ve Hristiyanlığın bu şekilde tahrife uğramış olduğu, artık herkesin bildiği bir gerçektir.
Yine tarihe baktığımızda, canı pahasına da olsa ilâhî hükümlerden tâviz vermeyip ilmin vakârını koruyan müttakî âlimlere de şâhit olmaktayız.
Nitekim büyük İslâm hukukçusu Ebû Hanîfe Hazretleri’ne, halîfelikten sonra en yüksek makam olan Bağdat kadılığı teklif edilmişti. Fakat iktidardaki zâlim idâreciler tarafından fetvâlarının çarpıtılıp yanlış icraatlerine âlet edileceğini bilen Ebû Hanîfe Hazretleri, bu teklifi reddetti. Hazret, teklifi kabul etmediği için zindana atılıp kırbaçlanarak cezalandırıldı. Fakat Ebû Hanîfe Hazretleri, dînin hükümlerinin çarpıtılmasındansa, zindanda kırbaç yemeye râzı oldu. Ona bu zulmü revâ görenler geldi geçti; fakat bugün Ebû Hanîfe Hazretleri Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat’in İmâm-ı Âzam’ı olarak gönüllerde yaşamaya ve hayır-duâlarla yâd edilmeye devam ediyor.
Bu bakımdan din ve dünyanın, huzur ve selâmetle ayakta durması, insanlara rehberlik eden âlimlerin, bildikleriyle amel etmelerine ve takvâ üzere yaşayıp canları pahasına bile olsa hakîkatlerden tâviz vermemelerine bağlıdır. Bizler de dînî bilgilerimizi kimden aldığımıza son derece dikkat etmeli, böylesine sağlam bir istikâmet sahibi olan sâlih ve ârif âlimlerin tebliğ ve irşadlarından feyz almaya gayret göstermeliyiz.
Nitekim Kadı Şurayh Hazretleri, Hazret-i Ömer’e bir mektup yazarak (nasıl hüküm vermesi gerektiğini) sormuştu. Hazret-i Ömer (r.a.) da cevâben şunları yazdı:
“Allâh’ın Kitabı’nda olanlarla hükmet. Eğer onda bulamazsan Allah Rasûlü’nün sünnetiyle hükmet! Allâh’ın Kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinde de bulamazsan sâlih (âlim)lerin verdiği hükümlerle hüküm ver...” (Nesâî, Kudât, 11/3)
Şunu unutmamak gerekir ki, bir kimsede ilim var, fakat amel yoksa; ya da ilim ve amel var, lâkin ihlâs ve takvâ yoksa; her iki durumda da âkıbet hüsrandır. Cenâb-ı Hak, ilimlerini nefsânî menfaatlerine âlet eden amelsiz âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’inde; “kitap hamallığı yapan merkepler”3 olarak tasvir ederken, ihlâs ve takvâdan uzak, gâfilâne amel işleyenlere de; “yazıklar olsun”4 buyurmaktadır.
Ebû’l-Hasan Harakanî Hazretleri’nin en başta işâret buyurduğu, dinde fitne sebebi olan “câhil ve ham sofular” mevzuuna gelince:
Öncelikle şunu ifâde edelim ki gerçek tasavvuf; kalbi tasfiye edip yalnız Cenâb-ı Hakk’a tahsis edebilmek için girilmesi gereken mânevî bir eğitimdir. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran bütün hâl ve tavırlardan arınmak için nefse karşı icrâ edilen ve hiçbir zaman sulhü olmayan büyük bir cihaddır. Kur’ân ve Sünnet’i takvâ ölçüleriyle yaşama gayretidir.
Tasavvufun mânâsından habersiz bir şekilde, “takvâ” ölçüleriyle yaşadığını zanneden bâzı ham sofular da, dînî bilgisi zayıf bâzı kimselere tesir ederek zarar verebilirler. Zira seyr-i sülûk esnâsında, yani mânevî terbiye yolculuğunda îfâ edilen riyâzat, mücâhede ve bâzı rûhî temrinler neticesinde, kalpte zuhûrat, tulûat, ilhamlar ve duyuşlar meydana gelmeye başlar. Bunlar, asıl maksat olmayıp aşılması gereken vehim ve hayallerdir. Ayrıca bunların Rahmânî mi, yoksa gayr-i Rahmânî mi olduğunu ayırt edebilmek için, ehil bir mürşide ihtiyaç vardır. Kâmil mürşidler, bu gibi zuhûrâtı Kur’ân ve Sünnet rehberliğinde tahlil ederek müridlerine gerekli tavsiyelerde bulunur ve onların istikâmetini muhâfaza ederler.
Fakat Kur’ân ve Sünnet’in istikâmet ölçülerini yeterince hazmetmeden veya kendisini şer’î ölçülerle irşâd edecek kâmil bir mürşidden mahrum bir şekilde bu tip zuhûratlarla karşılaşan bâzı sofular, farkına bile varmadan nefs ve şeytanın tuzağına düşebilirler. Gördükleri bâzı mânevî işâretlerle kendilerini kemâle ermiş zannederek etraflarına doğru-yanlış telkinlerde bulunmaya, âyet ve hadisleri kendi noksan bilgilerine göre yorumlamaya başlayabilirler. Bu gibi câhiller, irşâd ettiklerini düşünerek farkına bile varmadan kendilerine uyanları yoldan çıkarabilirler. Bu hakîkatten dolayıdır ki Abdülhâlık Gucdüvânî Hazretleri bir mürîdine şu nasîhatte bulunmuştur:
“İlim öğrenmekten hiçbir zaman uzak kalma! Fıkıh ve hadis ilmini öğren! Câhil sofulardan da uzak dur ki onlar, din yolunun tahripçileri ve Müslümanlığın yol kesicileridir.”
Ayrıca bâzı câhil sofularda birtakım fevkalâde kâbiliyetler de bulunabilir. Meselâ bâzıları, zihinden geçenleri okuyabilirler. Cinnîlerden huddâm kullanmak sûretiyle birtakım sırlara vâkıf olabilirler. Muhâtaplarını da bunun, mânevî bir tasarruf salâhiyetiyle olduğuna inandırabilirler. Câhil insanlar da; “Bu insanın keşfi açık, benim kalbimdekini bildi.” diye düşünebilir. Hiss-i kable’l-vukû, yani gerçekleşmeden evvel bâzı şeylerin hissedilmesi veya mâlûm olması gibi sıradışı hâller de, Allâh’ın bâzı kullarına olan bir imtihan şeklidir. Bu tip hissiyat, doğru da çıkabilir, yanlış da...
Kurtubî’nin gayb bahsinde bir hâdise nakledilir:
“(Zâlim lâkabıyla meşhur olan Emevî vâlisi) Haccâc’ın (v. 95/714) huzûruna bir müneccim girer. Haccâc, onun gözlerini bağlattıktan sonra eline biraz çakıl taşı alarak onları sayar ve:
«–Elimde kaç tane taş var?» diye sorar. Müneccim taşların sayısını doğru olarak söyler. Haccâc bu defa saymadan bir avuç taş alır:
«–Şimdi söyle bakalım, elimde kaç tane taş var?» der. Müneccim tahminde bulunur, fakat yanılır. Sonra da:
«–Ey emîr! Öyle zannediyorum ki onların sayısını siz de bilmiyorsunuz?!» der. Haccâc:
«–Evet, bilmiyorum.» deyince müneccim:
«–O hâlde sizin bilmediğinizi ben de bilemem.» der. Haccâc: 
«–Bununla öncekinin arasında ne fark var?» diye sorunca müneccim:
«–Öncekileri saymıştınız, o zaman taşların sayısı gayb sınırlarından çıkmıştı. (Sizin zihninizdeki, benim zihnime transfer olmaktaydı.) Bunları ise saymadınız, işte bu gaybdır.» der ve; «Gerek göklerde gerek yerde olanlardan hiç kimse gaybı bilemez, yalnız Allah bilir...» (en-Neml, 65) âyetini okur.”5
İşte bu hâdise, muhâtabının zihninden geçenleri okuyabilme kâbiliyetine tipik bir misaldir. Yani bu tip kâbiliyetlerin ille de mânevî bir makâm ile îzah edilmesi gerekmez. Zira Hind fakirleri de birtakım rûhî temrinler neticesinde -ateş üzerinde yürümek gibi- bâzı fevkalâde davranışlar sergileyebilmektedirler. Nitekim Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri de bu hususta:
“Bir kişiyi havada uçarken görseniz, hâli Kitap ve Sünnet’e uymuyorsa bu bir (kerâmet değil) istidraçtır.” buyurmuştur. 
Fakat maalesef halktan birçok insan, Kur’ân ve Sünnet kültürü bakımından yeterli seviyede olmadıkları için, bu gibi kimselerin tesirinde kalabilmektedir. Böylece şer’î bakımdan yanlış olan birtakım fikir, uygulama, hurâfe ve bid’atler -sanki dindarlık îcâbıymış zannedilerek- câhil kimseler arasında yayılıp kabul görebilmektedir. Nitekim tarihte bâzı tarîkatlerin bozulup istikâmetini kaybetmesi de bundan dolayıdır.
Bu itibarla Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’in şu tavsiyelerini hatırdan çıkarmamak gerekir:
“ÉBenden sonra sağ kalıp uzunca bir hayat sürenler, pek çok ihtilâflar göreceklerdir. O zaman sizin üzerinize gerekli olan, benim sünnetime ve doğru yolda olan Hulefâ-i Râşidîn’in sünnetine sarılmanızdır. Bu sünnetlere sımsıkı sarılınız. Sonradan ortaya çıkarılmış bid’atlerden şiddetle kaçınınız. Çünkü her bid’at dalâlettir, sapıklıktır.” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4607; Tirmizi, İlim, 16)
Demek ki Kur’ân ve Sünnet’ten habersiz bir tasavvufî hayat yaşanamaz. Zira dînî bilgisi noksan biri, takvâ üzere yaşadığını zannettiği hâlde, Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif sözler söyleyebilir, yanlış hâl ve davranışlara sürüklenebilir, yanlış fetvâlar verebilir. Bu da onu ve ona tâbî olanları ebedî felâkete götürür. Nitekim bu hakîkat halk dilinde; “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder.” şeklinde hulâsa edilmiştir.
Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki, büyük evliyâullâh’ın keşif ve kerâmetleri bile, hiçbir zaman vahiy gibi yüzde yüz kat’î ve mutlak doğrular olarak görülemez. Bunlara ancak Kur’ân ve Sünnet süzgecinden geçirdikten sonra îtibar etmek gerekir.
Sâmi Efendi Hazretleri sohbetlerinde sık sık, takvâ yolculuğunda mühim bir merhale olan nefs-i mülhemeden bahseder ve:
“Nefs-i mülheme, hayır ve şerrin tefrik edilmeye başlandığı bir merhaledir. Fakat nefs-i mutmainneye gelinceye kadar bir teminat yoktur. Nefs-i mülhemede gelen ilhamlar bâzen Rahmânî olur, bâzen olmaz.” buyururdu. 
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Mânevî hâller, şerîate bağlıdır; şerîat hâllere bağlı değildir. Çünkü şerîat sağlam ve kesindir, doğruluğu vahiyle sâbittir. Hâller ise zannîdir, keşif ve ilhamla sâbittir.”6
Bu sebeple bizlere düşen asıl vazife; “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol…” (Hûd, 112) âyet-i kerîmesi mûcibince, en azından zarûrât-ı dîniyye hususunda Kur’ân ve Sünnet’in muhtevâsında derinleşerek istikâmet üzere yaşamaya çalışmaktır.
Unutmayalım ki bizler için her hususta “üsve-i hasene”, yani en büyük örnek şahsiyet; Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’dir. O’nu hayatımızın her safhasında örnek almalıyız. O’nun gönül dokusundan hisse alarak büyük bir titizlikle O’nun izinden giden Allah dostlarının, takvâ ehli âlim ve ârif zâtların öğütlerini can kulağıyla dinlemeliyiz. Kur’ân ve Sünnet’i bilmeyenlerin veya bilip de yaşamayanların yanlış görüş ve fetvâlarından kendimizi korumalıyız. Hâl ve yaşayışında Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’den, sahâbe-i kiramdan, selef-i sâlihînden, evliyâullah’tan izler bulunmayan kimselerin, bizler de izinde bulunmamalıyız.]
Cenâb-ı Hak, râzı olduğu gibi kullukta bulunabilmeyi, cümlemize nasîb ve müyesser eylesin. Fikriyâtımızı, hissiyâtımızı, amellerimizi, hâl ve davranışlarımızı rızâsıyla te’lif eylesin.
Âmîn!..

Oy Ver :
 Puan: 0     Oy Sayısı : 0
    

 
 
Anasayfa Forum Radyo İlahiler Video Hatim Ziyaretci Defteri Üyelik İletişim Radyo Sitene Ekle

EmreBerlin sitesi için özel yazılmıştır 2000 - 2012

SincanSoft.com