Efendim; gerçek mâhiyetiyle tasavvuf nedir? Hak dostlarının hayatlarından müşahhas örnekler vererek îzâh eder misiniz? Ayrıca, seyr u sülûk neyi ifâde etmektedir? Bu hususta bizleri aydınlatır mısınız?

Rabbimizin râzı olacağı kâmil bir mü'min olabilmek için; mübârek dînimizi madde ve mânâ bütünlüğü, akıl ve kalp âhengi içerisinde, duygu derinliğiyle idrâk ederek yaşamak zarûrîdir.

Tasavvuf, mü’minlerin iç âlemlerini tezkiye, terbiye ve ıslâh ederek, onları mârifetullah tecellîleriyle Hakk’a dostluk iklîmine ulaştırmayı hedefleyen bir ilimdir. Bu yolda en tesirli malzeme “muhabbet”, onun tezâhürü ise “âdâb”dır.

Yaşandıkça mânen merhaleler katedilen tasavvufu, kelimelerin mahdut imkânları içinde kâmil mânâda îzâh edebilmek mümkün değildir. Bundan dolayıdır ki Allah dostları, yaşadıkları mânevî tecrübeler ışığında, vâkıf olabildikleri yönleriyle tasavvufu şöyle târif etmişlerdir:

Tasavvuf, gönlü bir rahmet dergâhı hâline getirebilme sanatıdır.

Nitekim Hazret-i Mevlânâ’nın:

Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti: «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin.» Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben artık ısınamıyorum!..” ifâdeleriyle sergilenen engin şefkat ve merhamet, İsmail Atâ Hazretleri’nin: “Güneşte gölge, soğukta kaftan, açlıkta ekmek ol.” beyanıyla ortaya konan derûnî mânâtasavvufun, kişiye kazandırdığı kalbî olgunluğu gösteren müşahhas birer misâldir.

Tasavvuf, Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanabilmektir.

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, bir yolculuğu esnasında mola vererek bir ağaç altında yemek yemiş, sonra yoluna devam etmişti. Epey bir müddet sonra torbasının üzerinde dolaşan bir karınca gördüğünde çok üzüldü. Onu vatanından ayırmış olmanın derin hüznü içerisinde derhal geri döndü ve yemek yediği mekâna varıp o karıncayı yerine bıraktı.

Yine Bahâüddin Nakşibend Hazretleri’nin, intisâbının ilk yıllarında, önce hasta ve muzdarip insanlara, daha sonra sahipsiz ve yaralı hayvanlara hizmet etmesi, hattâ insanların geçeceği yolları temizleyerek senelerce kâ’bına varılmaz bir hizmet hayâtı yaşaması, tasavvufî neşvenin insana kazandırdığı, mânevî olgunluğun bir eseridir.

Hak dostu Mevlânâ Hazretleri de, bu keyfiyetin hikmet dolu bir misâlini şöyle sergilemiştir:

Dergâhtaki bir sohbet esnâsında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, hakîkati aramak için dergâha sığınan o sarhoşun bir “insan” olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben:

“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” buyurur.

Bu misâl, tasavvufî terbiye ile kemâle ermiş bir gönlün kazandığı firâset ve basîreti ne güzel ifâde etmektedir. Yani günâha duyulan nefreti, günahkâra taşırmamak, bilâkis günahkârı yaralı bir kuş gibi şefkate muhtaç kabûl ederek onu merhametle can sarayına alıp irşâd edebilmek, tasavvufî üslûbun en tabiî bir muktezâsıdır.

Tasavvuf, nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir. Zira nefs; terbiye edilmesi gereken ve ancak büyük cihâd ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir kuvvettir.

Nitekim Rasûlullah r Efendimiz’in bizzat iştirâk ettikleri ve “Gazvetü’l-Usra”, yani “Zorlu Sefer” adıyla anılan Tebük Gazvesi dönüşünde ifâde buyurdukları:

“Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” beyanları, şüphesiz ki bu hakikatin bir ifâdesidir.

Pek zorlu bir seferden sonra vârid olan bu söz üzerine:

“–Bundan daha büyük cihad olur mu?” diye hayrete düşen ashâbına Peygamber Efendimiz:

“–Evet! Şimdi küçük cihaddan en büyük cihada; (yani) nefs ile mücâhedeye dönüyoruz!”[1][1] şeklinde mukâbelede bulunmuşlardır.

Tasavvufbir arınma disiplinidir. Allah'tan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvâya erebilme yoludur.

İlâhî imtihan sırrının şifrelerini, Hakk’a kul olabilmenin düstur ve ölçülerini, feyz ve rûhâniyetle âdeta damarlarımızda dolaştıran bir husûsiyettir. Muhabbetullah ve mârifetullâh’a ulaşarak Allâh’a sâlih bir kul olabilme gayretidir.

Mevlânâ Hazretleri, bir çuvalın dibindeki deliği kapatmadan içini doldurmaya çalışmanın beyhûde bir gayret olduğu misâlini vererek, kalbi Allah’tan uzaklaştıran her şeyden korumanın zarûrî olduğunu ifâde eder. Aynen bunun gibi, amellerin de ancak riyâ, haset, kin, kibir vs. bâtınî marazlardan tasfiye edilmiş bir kalp ile yapıldığı takdirde kişinin saâdetine vesîle olabileceği âşikârdır. Zira ameller niyetlere bağlıdır. Niyet ise, kalbin amellerinden biridir. Bu münâsebetle niyetin tashîhi ve ihlâsla tezyîni şarttır.

Tasavvuf, insanı “nefsî nefsî” hodgâmlığından kurtararak, “ümmetî ümmetî” diğergâmlığına yükselten mânevî bir eğitimdir.

Bu hâlin müşahhas bir misâlini Seriyy-i Sakatî Hazretleri’nin hayâtında görmekteyiz. Nitekim bir gün derste talebelerine:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve büyük bir heyecanla:

“–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der.

Hazret; “Elhamdülillâh!” diyerek mukâbelede bulunur.

Otuz sene sonra bir dostuna:

“–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıztırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” der.

Yine, Dâvûd-i Tâî Hazretleri’nin kendisine et ikrâm eden talebesine:

“–Ev­lâ­dım! Bu eti ben yer­sem kısa bir müddet sonra dı­şa­rı çı­kar, fa­kat o ye­tim­ler yer­se, ebediyyen kalmak üzere Arş-ı Âlâ’­ya çı­kar!..” buyurarak yetimlere göndermesi de tasavvufun gönle nakşettiği merhamet, şefkat ve rikkatin bir tezâhürüdür.

Hâsılı bizim anlayıp anlatmaya çalıştığımız tasavvuf; Allah Rasûlü'nü aşk ile yakından tanıyabilme, O'nun yüksek ahlâkıyla ahlâklanarak, İslâm'ı, rûhâniyetine uygun bir tarzda yaşayabilme gayretidir. Allah Rasûlü r ve ashâbının vecd içinde yaşadığı “takvâ hayatı”dır.

Bunların dışında kalan, özünü ve ölçüsünü Kur'ân ve Sünnet'ten almayan her şey -ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.

Sorunuzun ikinci kısmı olan, “Seyr u sülûkün mâhiyeti” hususunda da kısaca şunu söyleyebiliriz:

Seyr u sülûk, tasavvufî terbiyeyi ifâde etmektedir. Yani Peygamber Efendimiz’in mânevî terbiye vazîfesine vâris olmuş gerçek mürebbîlerin elinde; nefsin tezkiye, kalbin tasfiye edildiği mânevî bir mektebe girerek insan-ı kâmil olma yolunda mesâfeler katetmeye “seyr u sülûk” denilmiştir.

Seyr u sülûk ile kul, Allah'tan uzaklaştırıcı her şeyi kalbinden atmaya çalışır. Bu ise, bir gram altın elde edebilmek için tonlarca toprağı elekten geçirmek, diğer bir ifâdeyle camı kristal hâline getirebilmek gibi çetin bir iştir.

Tasavvufun gâyesi de, böyle bir mânevî arınma neticesinde kulu dâimâ Allah ile beraberlik iklîminde yaşatmak, yani îmandan ihsana ulaştırmaktır. Zira Hakk'ı gönülde bulmak, O'na kalben kavuşmak, kulluğun saâdet zirvelerine ulaşmak demektir. Bu zirveye ulaşmak ise, ancak mânevî tekâmül yolculuğuyla, yani seyr u sülûk ile mümkündür.

 

Oy Ver :
 Puan: 0     Oy Sayısı : 0
    

 
 
Anasayfa Forum Radyo İlahiler Video Hatim Ziyaretci Defteri Üyelik İletişim Radyo Sitene Ekle

EmreBerlin sitesi için özel yazılmıştır 2000 - 2012

SincanSoft.com