Şecaat ve necdet kelimeleri Peygamberimizin cesaret ve kahramanlığını en güzel ifade eden kelimelerdir.
Şecaat: Dinî ve dünyevî hukukunu korumak için canını dahî verecek derecede gösterilen bir yiğitlik olarak tarif edilir.
Necdet: Korku ve dehşet veren bir hâdise anında ve olağanüstü haller karşısında sabır ve sebat göstererek soğukkanlılığını koruyup, endişeye kapılmadan sakin bir şekilde hareket etmektir.
Bu hasletlerden her ikisi de Peygamberimizde tam ve mükemmel manada bulunuyordu.
O, insanların en cesuru, en yüreklisi, en kahramanı ve en yiğidi idi. Gençliğinden itibaren hayâtının bütün devrelerinde şecaat manasındaki cesaret, Peygamberimizde çok açık bir şekilde görülüyordu.
Peygamberimiz ömrünün gençlik yıllarında da eşsiz cesaret ve kahramanlıklar göstererek yiğitliği ve gözünün pekliğiyle çevresinin takdir ve hayranlığını kazanmıştı.
Çocuk denecek yaştaydı. Kavmi putlardan medet bekliyor, onlara tapıyorlardı. Peygamberimiz onların bu hareketini çok manasız buluyor, bazen putları küçük
düşürücü ifadeler kullanıyordu. Onlara nefretini açıkça gösteriyordu. Kendisinden "Lât ve Uzza hakkı için" diyerek bir şey istedikleri zaman, böyle bir yemin şeklinden rahatsız oluyor ve şöyle diyordu:
"Onlar adına benden bir şey istemeyin. Vallahi, onlardan nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret duymuyorum."
On yedi yaşında iken amcalarıyla birlikte Yemen seferine çıkmıştı. Yolları bir vadiye düştü. Azıp kaçmış, vahşi bir deveyle karşılaştılar. Kimse cesaret edip de devenin yanına yaklaşmıyordu.
Peygamberimiz ileri atıldı, devenin önüne geçti, yularından tutarak yakaladı, getirdi. Deve de zaten Peygamberimizi görünce uysallaşmıştı.
Peygamberimizin cesaretinin derecesini biraz olsun anlayabilmek için, onun tek başına insanları hak dine davet edişi esnasındaki halini ve gayretini hatırlamamız gerekir.
Öyle bir dine davet ediyordu ki, bu dine uymaları halinde bütün sosyal, siyasal, ekonomik ve ailevî hayât tarzlarını değiştirmeleri gerekiyordu.
Asırlardan beri atalarından görüp yaşayageldikleri esasları bırakıp inkâr etmeleri, kan ve damarlarına işlemis bulunan birçok âdet ve alışkanlıklardan vazgeçmeleri gerekiyordu.
Peygamberimiz onları sadece Allah'ın varlık ve birliğine davetle kalmıyor, âhiret gibi ebedî bir âlemin geleceğinden, tekrar dirileceklerinden, hesaba çekilip amellerinin mizanda tartılacağından bahsediyor, Cehennem gibi bir zindandan haber veriyordu. Hele bu, müşrik Arapların hiç hoşuna gitmiyordu.
Kavmi ve en yakın akrabaları Peygamberimizin ve dininin getirdiklerini kabule yanaşmıyor, alay ve hakaret ediyor, hatta vazgeçirmek için önüne cazip teklifler sürüyorlardı.
Öz amcası Ebû Leheb, "Bizi bunun için mi çağırdın?" diyerek, onun kurtuluşa davet mesajıyla alay ediyordu.
Übey bin Halef, eline aldığı çürümüş bir kemiği ufalayıp toz haline getirdikten sonra Resul-i Ekremin yüzüne üflüyor, "Ey Muhammed, Allah buna mı hayât verecek?" diye küstahça mukabelede bulunuyor; diğerleri onu dâvasından caydırmak için mal, mülk, şeref ve makam gibi tekliflerde bulunuyordu.
Ama davetiyle alay edenlere vahiyle cevap verirken, Ebû Talib'e de, "Amca, Kureyş'in elinden gelse, bir elime güneşi, bir elime ayı koysa, ben yine hakikati ilan etmekten asla vazgeçmem" diyerek cesaretle üzerine gidiyordu.
Peygamberimiz tebliğinde ve insanları hakka davetinde o derece metanet, sebat ve cesaret gösteriyordu ki, büyük devletler, büyük dinler, kavim ve kabilesi ve hatta amcası ona şiddetli düşmanlık ettikleri halde, zerre kadar bir tereddüt eseri, bir telaş, bir korkaklık göstermiyor; tek başına bütün dünyaya meydan okuyor; İslâmiyeti anlatmaya devam ediyordu. Bu sebat ve azmin sonunda nihayet İslâmiyeti dünyaya hakim kıldı.
Peygamberimizin tebliğine çalıştığı İslâmiyet, Kureyş'in servet, zenginlik ve övünme kaynakları olan içki, kumar, zina ve tefecilik gibi, ayrılmaları çok güç gelen yolları yasaklıyordu.
Diğer taraftan, Kureyş'in katı faiz uygulaması bir bela şeklinde bütün kabilelerin üzerine çöreklenmişti. Peygamberimiz, onları bu tükenmez servet kaynaklarından vazgeçiriyordu.
Buna sabredip tahammül göstermeleri ve karşı çıkmamaları mümkün değildi: Fakat Peygamberimiz müşriklerin direnmelerine hiç aldırmıyor, hak ve hakikati büyük bir cesaret ve azimle anlatmaya çalışıyordu.
Kureyş çok mağrur bir kavimdi. Kendilerini bütün kabilelerden üstün görüyor, her hususta imtiyazlı sayıyor, aile şerefi ve atalarıyla övünmeyi büyük bir meziyet biliyorlardı. Diğer kabilelerle eşit tutulmaya, hele kölelerle eşit şartlar altında yaşamaya yanaşmıyorlardı.
Halbuki Peygamberimiz bütün insanları tarak dişleri gibi eşit görüyor, köleleri hürriyete kavuşturuyor, efendileriyle aynı haklara sahip kılıyordu. Kureyşliler buna da razı olmayıp Peygamberimize ellerinden gelen işkence, eziyet ve hakareti yapmaya ve böylece fikrinden caydırmaya çalışıyor, fakat Peygamberimizdeki cesaret ve şecaat buna meydan vermiyordu.
Peygamberimiz on üç senelik Mekke hayâtı boyunca hiçbir felakete, hakarete, işkence ve sıkıntıya aldırmadan büyük bir cesaretle ve şecaatle, anlatmakla vazifeli olduğu hak dini yaymaktan çekinmemişti.
Peygamberimizin bu hali diğer Müslümanlara güzel bir örnek oldu. Onunla birlikte yüzlerce insan, dâvaları uğruna yurtlarını yuvalarını, mallarım mülklerini, çoluk çocuklarını bırakarak Medine yollarına düştüler, muhacir olarak yaşamayı göze aldılar. Hicret esnasında da gerek Peygamberimiz, gerekse Müslümanlar pekçok engellemeyle karşılaştılar, ama hiçbirine önem vermediler.